Friday, May 21, 2010

Kolpa grosso (part 2)

Simdi bu CHP'liler, bir gecede tavaf eksenini degistirerek garip bir sekilde Gandi adi verilen Kemal Kılıçdaroglu etrafina toplandilar. 1 gun once Deniz Baykal dönsün, bizi yine serefli ikinciliklere götürsün diye ağlaşan binlerce insan, bu kez ayni seyi KK'na yapmaya basladi. Yahu arkadas, siz nasil insanlarsiniz? Bu ne bicim parti? (AKP ya da diger partilerde de durumun farkli oldugunu sanmiyorum) Küskünler adı verilen, Baykal'ın dikta rejiminden yorulup partiden ayrilan isimler de, sanki bu anı bekliyorlarmış gibi partiye hücum edeceklerdir eminim. Benim derdim şu kişi şöyle yaptı, bu kişi boyle yaptıda degil. Ulkeyi yonetmeye aday olan kadrolarin bu kadar asagilik, bu bu kadar yalaka, kadar kolpa bir tavir sergilemeleri, geleceğe olan inancımı gercekten de azaltiyor.

Tüm bunlar olurken, Fenerbahce sampiyonlugu son macta kaybetti. Bursaspor hakkıyla şampiyon oldu. Ne beklersiniz Fenerbahce baskanindan? "Biz de iyi mucadele ettik ama basaramadik, guzel ve cekismeli bir lig oldu, sampiyonu tebrik ederiz, seneye amacimiz bu unvani onlardan almak olacaktir" turu bir demec vermesini, degil mi? FB baskani ise "basaramadik, sorumlu benim, ama..." diye baslayan cumlesiyle cumle alemi topa tuttu. Farkinda olmadigi şeyse şu: o boyle yapmaya devam ettikce, insanlar FB'den nefret etmeye devam edecekler. Tipki Deniz Baykal konustukca insanlarin CHP'den nefret ettikleri gibi. Bugun toplumumuzda lider olarak görülen şu iki kişinin birbiriyle cok cakisan ben-merkezci tarzlari, her ikisinin de temsil ettikleri kurumlara karsi duyulan antipatinin giderek yukselmesinin baslica nedenidir. Aziz Yildirim da tıpkı Baykal gibi sacma sapan suclamalar yaparak Bursaspor'un tarihi şampiyonluguna golge dusurmeye calistiysa da, basarili olamadi. Zaten, bana kalirsa, böyle bir savunmaya da ihtiyaci bulunmuyordu. Zira bütün Fenerbahçeliler takımlarının, özellikle ikinci yarinin sonlarindaki o muazzam performansindan son derece memnun. Dolayisiyla bahane ureterek suçlamalari bertaraf etmeye de gerek yoktu. Çıkıp adam gibi sadece "Bizce takımımız şampiyonluğu hak edecek bir top oynamıştır. Fenerbahce bu sezon gonullerin şampiyonlarindan biridir. Bursa da hak etti. Biz takımımızdan çok memnunuz." dese ne kadar farklı olurdu. Ama o "ben ben ben" egosu ona bu durumu, sanki kendi başarısızlığıymış gibi savunma yapma ihtiyacı hissettirdi. Ve o da, tıpkı Baykal gibi, özeleştiri yapmaktansa ona buna sataşmayı tercih etti.

Maalesef coğrafyamızla ilgili bir sorun bu eleştiri kaldıramama hali. Demokrasi anlayışımız, asker tarafindan zorla yazdirilip kabul ettirilen anayasalarla kısıtlı kaldigi icin, liderlerimiz de ayni askerler gibi "alt"larindaki kişilerin kendilerine sonsuz bir itaat icinde olmasini bekliyor. Asla elestiri kaldıramayan, kaldirabilenleri ise bir an once tasfiye eden bir liderlik sistemimiz var. Bunun nedenlerini de (liderlerin koltuğu bir memuriyet olarak görmeyip, kendileri ve hayatlarıyla özdeşleştirmeleri) daha sonraki bir yaziya sakliyorum.

Wednesday, May 19, 2010

Kolpa grosso (part 1)

Oyle ikiyuzlu, sahtekar bir toplumuz ki.

Neresinden tutarsak tutalim, elde kaliyoruz. Birtakim sahte kliselerin ardinda saklanip basta kendimizi, kadinlarimizi , cocuklarimizi kisitlayip, bastirip kapali kapilar ardindan kolpaciligin doruklarina tirmaniyoruz.

Sistemimiz (sistemsizligimiz), orgutlerimiz, liderlerimiz o kadar cag disi, o kadar sark kurnazi ki, oylesine surec degil kisi bazli dusunuyoruz ki, donup dolasip gercekten bir arpa yol alamiyoruz bir cok konuda.

Son bir aydir sıkı bir sekilde televizyon izledim. Tam da ic ve dis politikada (ve de futbolda) cok onemli olaylarin oldugu zamana denk geldi sansima. Zaten televizyonlarda da insanin icini uyusturan agirkanli diziler disinda futbol ve siyaset programlarindan baska bir sey yok.

Deniz Baykal diye bi adam var. Ben cocuktum hatirliyorum, Erdal Inonu'nun basinin etini yerdi her kurultayda. Bakti lider olamiyor, gitti 12 senedir kapali duran CHP'yi kurdu 1992'de. Allem kallem etti, havasini kaybeden SHP'yi de kendine katti, o partinin butun ileri goruslu kadrolarini partiden kovdu (ki Kurt milletvekillerini savasin en yogun olduğu tarihlerde meclise sokma riskini alabilecek ileri görusluluge sahip, 1989 yerel secimlerinde patlama yapmis, gercek SOL bir partiden soz ediyoruz.) ve sol dusunceyi Turkiye'nin gundeminden kaldirma operasyonuna basladi. Basardi da.

Bir kere barajin altinda kaldi, zorla istifa etti. Millete unutturup 1.5 yil sonra yeniden geldi; DSP'nin dagiliyor olmasinin mirasini (hic de hak etmeden) yiyerek bedavadan 12-15%'lik bir oyun uzerine kondu. Ve haliyle kendini bir sey sanmaya basladi; halbuki o insanlar ona tepede o oldugu icin ya da CHP'ye cok inandiklari icin degil, ulkede baska oy verecek parti bulamadiklari için veriyorlardi (hala da o yuzden veriyorlar). Efendi gibi ben bu isi kıvıramıyorum diyerek emekli olmak yerine rezil rusva etti kendini; ne seks kasedi kaldi, ne kepazelikler surusu halinde kapisinda aclik grevi yapan issiz gucsuz cocuklar.

Sonra ne oldu? Partiyi oylesine bir tek adam hakimiyeti altina sokmuslar ki, her zamanki gibi kolpadan ben gidiyorum diyince (1999'da yaptigi gibi, amac ne, millet kapisinda toplansin, ahlar vahlar icinde, karimi aldattim ama napalim bakin millet istiyor beni diye geri donsun) sacma sapan isler oldu. Sudan cikmis baliga donen CHP'liler, kimin ayagina kapanacaklarini sasirdilar. Binlerce "genc" yuruyusler yapti cobanlari gelip onlari biraz daha gutsun diye. Bir tek kimse de kalkip adamin 70 yasindaki karisiyla, ya da sevgilisiyle ilgilenmedi bile. Ne olacak; nasilsa butun erkekler yapiyor, elimizin kiri degil mi ya.

Hadi adam istifa etti dedik, bu kez eve kapanip cakal gibi ortaligi gozlemeye basladi. Artik yani kolpaliktan ölecek. Neymis, partiyi bassiz birakamazmis. Sen butun orgutu kopek gibi kendine bagla, önünde secde ettir, ondan sonra eve cekilip hadi bakalim anlasin bir baskan adayinda diye at kemigi ortaya. Son derece ilkesiz, ahlaksiz ve maco bir tavir olarak goruyorum yaptiklarini Deniz Dede'nin.

Yazinin devaminda secdeci CHP'lilerin bu kez Gandi'nin etrafinda deneyecekleri muhtemel tavaf beklentileri ve futbolun da ulkemizde ne kadar siyasete benzediginden soz edicem. Bir de su "Sayin" lafindan ne kadar tiksindigimden. Hatta, soz oradan acilmisken baska tiksindigim kelimelerden de bahsedebilirim. Yazacak cok sey varmis aklimda, simdi farkettim.

Friday, April 30, 2010

International Labor Day incoming




Workers of the world, awaken!

Rise in all your splendid might

Take the wealth that you are making,

It belongs to you by right.

No one will for bread be crying

We'll have freedom, love and health,

When the grand red flag is flying

In the Workers' Commonwealth.

Wednesday, March 24, 2010

SSK'li gunler

Bugun bobrek taslarimla ilgili birtakim tahliller yaptirmak uzere Goztepe SSK'ya gittim. 2-3 hafta once bir kere daha gidip kan vermek yoluyla ufak tefek tahliller yaptirmistim. Tabii hayatimda cocukluk sonrasi devlet hastanesine ilk gidisim oldugu icin korkuyordum (ayni korkuyu 12. sinifta Fen Bilimleri Dershanesi hepimizi İTU Ayazaga Kampusu'ne geziye goturdugunde de hissetmistim; ozel okul, ozel doktor, ozel ders derken o cilali parlak plastik goruntuye alisiyor insan ve bir anda devlet kurumlarinin o tozlu koridorlariyla yuz yuze gelince silkinip kendinize geliyorsunuz icinde bulundugunuz o pespembe ve sahte ruyadan) ilk seferinde; ama baktim ki sistemi guzel oturtmuslar. Tabii nufusu 100-200 bin olan bir sehrin araya bu kadar cok "istasyon" sıkıştırmasına gerek yoktur elbette basit bir kan alma islemi icin, ama burasi Istanbul ve yapmazlarsa ne olacagina her dakika sahit oluyor insan.

Once doktorunuzdan (ki o doktor ikilemini de ayrica aciklamak isterim, islerinizi seri bir sekilde halletmenizin yolu bolumdeki baba doktorlardan birinin ozel hastasi olmaktan geciyor, tum kapilar bir bir aciliyor onunuzde adeta) ve calistigi bolumden barkotlari aliyorsunuz, bununla tahlilin yapildigi 10 dk mesafedeki binaya gidip oradan sira numarasi aliyorsunuz (farkli tahlillerse farkli numaralar, dolayisiyla da farkli kuyruklar) sonra efendim, ozellikle guruhlarin kapisina yıgılmakta oldugu kan tahlili gibi mekanlarda bankalardaki gibi elektronik bir gosterge var. Sira numaraniz oradakine yaklastikca one kayiyorsunuz ve her seferinde iceri 10 kisi aliyorlar. Tabii icerisini koruyan kapiya mutlaka ve mutlaka bir gorevli koymak zorundalar ve adamcagiz (ya da kadin) gercek bir coban koyunu gibi davranmak zorunda. Zira ortalikta sistemi izah eden bir tabela, bilgi yazisi vs. olmadigi gibi, olsa bile cani burnunda olan insanlar kapiya bir sekilde hucum ediyor ve gorevli de surekli insanlari iceri dalmamalari icin uyarmak zorunda kaliyor.

O an alinan 10 kisilik grubun icine girip iceri girdiginizde once bir bankoya ugrayip barkotlarinizi uzatip oradaki yetkililerden kan tupunuzu (barkotu sisenin etrafina yapistiriyorlar) aldiktan sonra arkanizi dondugunuzde bu kez baska ışıklı panolar bekliyor sizi. Bu seferki tam banka usulu, 8 tane gise var ve bosalanlar tabloda yaniyor. Haa, bu kapidaki coban kisi girenlere bir de yeni sira numaralari veriyor dondirik bir kagitta. İcerideki 8 gisenin yaktigi numaralar da bu numaralar. Bu sirada tabii "bos yerlere oturalim lutfen, sirasi gelenler lutfen kollarimizi sivayalim" gibi ilkokul ogretmeni tarzi komutlar veriliyor genellikle yine ayni kisi tarafindan. Neyse sirasi gelen geciyor kanini verip cikip gidiyor. Sistem iyi, ben temelde begendim sahsen. Ozellikle kapidaki abi kollarimizi sivayalim dediginde gorev bilinciyle montlarini mantolarini cikarip kollarini sivamaya baslayan teyzelere bayildim. Yalniz ilk gelen hep bir agu bugu oluyor, birilerinden azar isitiyor mutlaka, zira ortalikta ne olup bittigini ogrenebileceginiz bir yer yok. Turk usulu, deneme yanilma ile buluyorsunuz yolunuzu.

Ben geldigimde 540lardaydi tepedeki numara ve benim numaram da 604'tu; dolayisiyla 15-20 dk sirami bekledim. Enteresan goruntu ve sohbetlere sahit oluyor tabii insan bu sirada. SSK zaten genel olarak tam bir gorsel şölen. Her türden insan var; piercingli punk kizlardan tutun da kara carsafli ablalara varincaya dek. Yolun iki yanina sira sira sandalyeler konmus birinde oturuyorum. Karsimda kara carsafli bir abla ve turbanli gencten bir kizcagiz var kucuk ogluyla. Yani basi ortulu ama hafif dar uzun kot etegi, siyah babet ayakkabilariyla epey modern bir gorunumu vardi kizin. Ve bir eliyle kucuk oglunu kontrol ederken ote yanindaki carsafliya donmus haril haril bisiler anlatiyordu. Birkac dakika sonunda orada tanistiklarini kavradim, genc kiz oburune diyet taktikleri veriyordu. Esi hoslanmiyormus kilolu olmasindan, kepek ekmek diyet peynir yiyormus da suymus buymus. Tabii her seyi duyamiyorum ama carsafli kadin sanki karsisinda Cubbeli Ahmet Hoca konusuyormus gibi sessizce dinliyor, arada minik sorular soruyor (agzi kapali oldugu icin sesi bogularak cikiyor ve hic bir sey anlayamiyorum), genc kardesimiz karsisinda bir comez bulmanin da coskusuyla anlattikca anlatiyor, arada 25 yasinda oldugunu ogreniyorum. Cocuga bakiyorum 2-3 yaslarinda olmali. "Bok mu vardi 20 yasinda evlendin?" soru cumlesi geciyor aklimdan. Sonra dusunuyorum, o da bir kultur iste. 100 sene oncesinde bu toplumun butun kesimleri o sekilde simdi erken dedigimiz yasta evleniyor ve hemen coluk cocuga karisiyormus. Kadin nasilsa evde oturup cocuk bakacak ya, sorun yok. Lanet olasi herifler.

Birden kendimi frenledim. Yani bir kan verme kuyrugundaki insanlarin sozlerinden yapacagim cikarimlarla kendi kendimi yiyip bitirmesem de olur degil mi? Zaten akabinde kizin kocasi oldugunu tahmin ettigim genc bir adam (zapzayif tıfıl bir cocuk, normal tabii kizin tombikliginden hoslanmamasi) bir de gri pardesülü (ve turbanli tabii), muhtemelen oglanin annesi bir teyzemiz. Kiz hemen saygiyla annesine (ya da kayinvalidesine) yer verdi yorgundur diye ama kadin oturmadi; evin erkegi hadi gidelim moduna girince de carsafli teyzeye son 1-2 diyet tuyosu verip vedalasarak cocugunun elinden tutup yola koyuldu.

Bir de baktim ki 595lere gelmis tepedeki numara. İceri girip kapidaki bickin delikanlidan gelecek komutla kazagimin kolunu sivadigimi hayal ettim. Bir huzur dalgasi kapladi icimi. Evlensem, benim karim da cocugumuz dogduktan sonra yedigi mantilardan vazgecemeyip boyle rejim mejim ayaklarina yatsa ne guzel olur diye dusundum. Kapi gorevlisinin insanin heyecandan basini donduren o esmer sesi duyuldu. Minik, kararli adimlarla kapiya dogru ilerlemeye basladim...

Monday, March 22, 2010

Nukleere neden evet?

Ya ben universitedeydim, hatirliyorum, hemen her konuda anlastigim sol goruslu/cevrecimsi insanlarla bir turlu anlasamazdim bu nukleer enerji konusunda. Hatta cocugun tekiyle boyle kafa kafaya gelmistik neredeyse girisecektik de birimiz kalkti gitti, olay cikmadi. O gun de karsi olanlarin mantikli bir argumanlari yoktu, bugun de yok. Ne diyorlar, patlama yasanirmis Alien gibi cocuklar dogarmis. Merak etmesin kimse, kalkip da Veli Gocer'e ordurtmeyecekler duvarlarini tesisin. Deprem bolgesine de yapmayacaklar. Eh herhalde kahvedeki Ahmet Emmi'yi de gecirmezler basina dudaginda sigarasiyla. Baska ne diyorlar, iktidar partisinin adamlari toplayacakmis parsayi? Ya arkadas, nukleer olmazsa termik olur, o olmazsa zartik olur, yolunu bulacak olan oyle de bulur, boyle de. Senin var mi enerji uretimi ihtiyacin? Var. Bir sekilde tesis insa etmen gerekiyor mu? Gerekiyor. Birileri her halukarda para yiyecek mi? Yiyecek. Bu tantana nedir o zaman? Bir diger arguman da "Sinoplular'a soralim". Yahu neyi soruyoruz? Deccal'i mi dogurtuyoruz? Su ulkede deprem bolgesinde olmayan uc bes tane il var iste, oralara yapilacak mecburen. Bogaz Koprusu referanduma sunulsa kabul edilir miydi saniyorsunuz?

Dunya almis basini gitmis. ABD, Fransa, İngiltere gibi ulkelerde ta 1950'lerden itibaren yapimlarina baslanan nukleer enerji isinde biz gec kalmasina kaldik elbette ya, iste ben universiteyi bitireli 11 sene olacak neredeyse, hala ayni seyi tartisiyoruz. Kardesim, bu is madem cok tehlikeli, neden su ana dek level 7 duzeyinde bir tek sızıntı yasanmis? Ki o da malumumuz Cernobil, oradaki reaktorun de Sovyetler tarafindan guvenilmedigi icin kasten Ukrayna'ya insa edildigi soylenmistir hep. ABD'de 104, Fransa'da tam 59 (yaziyla elli dokuz) tane nukleer reaktor var arkadaslar. Biz senelerdir boktan linyiti (hani bi yalan vardir ya ilkogretimde, guya Turkiye kaynaklari kendi kendine yetecek nadir ulkelerden biriymis, iste enerji tab'ini dunyanin en kalitesiz, en verimsiz madeni linyit kaplıyordu herhalde) yakip enerji haline getirmek icin termik santrallarla guzelim memleketin icine sicarken dunya temiz temiz nukleerini kullanmis. Cernobil haric 1950'lerdeki birkac sızıntı disinda kayda deger bir kaza (hele insanlari korkuttuklari deyimle patlama) yasanmamis.

Yani iste gec bile kaldik da, ne yapalim yani? Sanki onumuzdeki 20-30 senenin enerji politikalarina yon verecek bir programimiz, o tur bir enerji politikamiz, yol haritamiz mi var? Hem, yetmedi mi artik bizi ruzgar enerjisi, gunes enerjisi diye uyuttuklari bizi bu Greenpeace'cilerin yahu? Yok siyanurle altin aranmaz, yok nukleere hayir. Yahu Fransa'da niye sokmedi bu halki korkutma cabalariniz? Fransiz, İspanyol, Alman ogle yemeginde radyasyonlu kapuska mi yiyor? Senelerdir halki anlamini bile bilmedikleri (korkunun sebebi de bu zaten) kelimelerle nukleer, siyanur diye diye ajite ettiniz. Bugun Bulgaristan'dan, Ermenistan'dan elektrik alir hale geldik, onumuzdeki 15 sene icinde elektrik uretimimizi ikiye katlamamiz icap ediyor. Kacagimizi da azaltalim, ama artik termik santral rezaletleriyle ugrasmasin bu ulke.

Su tartismalari bu kadar yogun yasayan bir bizizdir, bir de Yunanlilar. İki ulkenin de zaten birbirleri ve kendi iclerinde yasadiklari kavga dovusun sonuclari ortada. Onlar yardimla ayakta duruyor (ona ragmen patladilar), bizim zaten elle tutulur bir yanimiz yok. Haritaya bakin, bi onlarda bir de bizde yok zaten nukleer reaktor. (İtalya'da da yok, seneler once kapatmislar.)

Bu ulkenin insanlarinin yapmasi gereken sey, nerelerden fonlandigi belli olmayan, ajitasyon ustasi, sozde cevreci orgutlerin ortaokul seviyesindeki bagnaz propagandalarina kulagini tikamak ve santral(lar) bitip islemeye baslayinca o anki hukumetin enerji fiyatlarini dusurmesini talep etmek ve bu talebin arkasinda durmaktir. Kafalarini kolpaci Acun'un programlarini izlemekten kaldirabilirlerse elbette.

Wednesday, March 10, 2010

Looks like it's time to oil up!


Güneş yanığı kipkirmizi teni ve kara kıspetiyle yagli guresci Hakan efendi artik Street Fighter sahnelerinde! Yillar once atari salonlarinda oynarken bile "Su oyunda bir de Turk olsa tadindan yenmez" dedigimiz 2 boyutlu dondirik Street Fighter oyunu artik modern cagin PS3 uyarlamasi, Super Street Fighter IV'une donusmus de haberimiz yokmus. Her bolumde yeni karakterler ekliyorlarmis hikayeye, Hakan'ı da yeni oyunun son karakteri olarak tasarlamislar.

Dovuslerden once yaninda tasidigi ficidaki yagi kafasindan asagi boca eden Hakan, iri bir abimiz olmasindan dolayi diger tum iri karakterler gibi biraz agir hareket ediyor, ancak oyun sirasinda bastan dokunduğu yaglar sayesinde (ki bu esnada grab edilemiyormus) vucudunun kayganligini avantajina kullanarak kivrak manevralar yapabiliyor. Ozellikle 2 ulti'si, yani belli bir enerji dolunca uygulayabildigi ve basarili olmasi halinde karsi tarafin epeyce bir canini goturen ozel yetenekleri cok enteresan. Ki bir tanesinde rakibinin uzerine yatip onu bogar gibi bir seyler yaptıktan sonra yere paralel firlatip atiyor. Ayrica rakibini yagli kollari arasina alip havaya firlatma yetenegine de sahip. Bir de normal guresteki künde gibi rakibi kavrayip arkaya firlatan bir hareketi de var. Gonul ulti olarak soyle okkali bir Osmanli tokadi cakmasi ya da elense çekip rakibi yanina getirmesini isterdi tabii. Yagli guresi dunyaya taniticaz diye tırı vırı konusup killarini bile kıpırdatmayan Kultur Bakanları'na da bir ulti ceker umarim Hakan baba. Sirf su oyunla, yillardir yapilmadigi kadar cok tanitimi yapilacak yagli guresin.




Hakan sıkıca yakaladigi rakibini havaya firlatma hazirliginda




Hakan forumlarda oyuncular tarafindan bir "joke character" olarak nitelenmis. Bunun nedeni, hem sundugu temanin icindeki komiklikler (sozleri, ultilerinin sinematikleri, tipi) olsa gerek. Yine de bircok oyuncu karaktere bayildigini ve oyun cikinca kesinlikle kendisiyle oynayacaklarini iddia ediyor. Tabii ozellikle Amerikalilara yagli gures konsepti uzaktan cok hos geliyor, herkes bayilmis. Simdilik ciddi musabakalarda ne performans gosterecegi bilinemiyor, o yuzden temkinliler.
Hakan'in bir diger ozelligi de iyi bir aile babasi olmasi. Trailer'inda da gorulebilecegi uzere cok sevdigi bir esi ve 7-8 tane kizi (muhtemelen en kucugunun adi "Yeter" olmak uzere) var, zaten videoya da "I love my daughters, they're so pretttyyy!!" diye basliyor. Tam bir aile babasi yani. Ama kıspeti ustune gecirip yagi da kafadan asagi boca edince kralini tanimiyor. Yillarin sumocusu, agir abi Honda'nin karizmayi fena cizmis mesela videolardan birinde.

Goğsü boyunca uzanan zincirle mavi renkli saçımsı seyi cok anlayamadim. Kafadaki mavi zımbırtıyı once saclara yag bulasmasin diye bone takmis sandim, ki hala da saniyorum. Ama esas beni benden alan ayrinti, dikkatli bakildiginda goze carpan ip bıyığı oldu.


Muhtesem trailer'ını izlemeye doyamiyorum.



I say Turkish wrestling rules!!

Saturday, March 6, 2010

Kitap eleştirisi - Tanrı'nın Sol Eli


Paul Hoffman denen sahsin ilk fantastik romaniymis bu. Kendisini tanimam, acaba ben mi cok elestirel davraniyorum diye İngiliz ve Amerikalı elestiri sayfa/bloglarinda kitabi arattigimda, gereksiz bir bilgi olarak televizyon programcisi oldugunu ve bunun ilk fantastik kitap denemesi oldugunu ogrendim. (Maalesef bildigim dogru duzgun bir Turkce kitap elestiri sitesi yok, olanlar da fantastik kitaplara burun kiviriyordur muhtemelen)

Kitabin giris kismi cok ilgi cekici ; Kurtaricilar adi verilen fanatik dini/askeri birligin kontrolundeki zindanda kucuklukten beri asiri sıkı bir disiplinle yetistirilen erkek cocuklar, yillar boyunca bilinmez bir cephedeki askerlik rolune hazirlaniyorlar. Kahramanimiz "Chosen One" Cale, bir sekilde bu hapishaneden kacmasini basararak 3 arkadasiyla birlikte ticaret kenti Memphis'e variyor. Buradan sonrasi bir parca karisik; hikaye bir anda yavasliyor (ve beklenmedik anlarda asiri hizlaniyor), isin icine klise bir ask hikayesi ve tamamlanamamis bir dunya olusturma cabasi karisiyor. Tum kitap bir genclik romaninin basit, sade diyaloglari ile doluyken sonlardaki savas sahnesinde birden tarihi bir romanda bulunabilecek ciddiyette, detayli tasvirler basliyor (ki savasin sonuclanisi da bir garip, 50000 kisilik son derece tecrubeli oldugu soylenen bir ordu arkadakilerin itmesi nedeniyle 5000 kisilik bir orduya yeniliyor).

Dunya kurgusunda Norvecliler, Polonya gibi ulkelerden soz ediliyor, dolayisiyla kitap o anlamda bilimkurguya kaymis denebilir. Ama bir bilim kurgu romaninin derinliginden maalesef yoksun. Zaten bir uclemenin parcasi oldugunu daha yarisinda anliyorsunuz; hikaye o kadar yavasliyor ki kalan sayfalarin hikayeyi bitirmeye yetmeyecegi ortada. Cografi tasvirler, mesafe anlatimlari oldukça yetersiz kalmis. Bazi ayrintilarin ise (Cale'in zindandan kacmadan cebine attigi nesne gibi) akibeti belirsiz; belki de serinin diger kitaplarinda aydinlanacaktir.

Kitabin bir baska ozelligi de daha cikmadan "yilin kitabi", "bu yila damgasini vuracak" gibi yaftalarla etiketlenmis olmasi. Sahsen ben bir damga goremedim 350 sayfa boyunca. Bir yandan da Kayip Gul faciasini hatirladim. İyi bir halkla iliskiler ekibiniz varsa, kitabiniz cok iyi olmasa da satiyor.

Sonuc olarak, genclik romani mi yetiskinlere de hitap ediyor mu, kendisi de karar verememis, derinlik yoksunu bir kitap karsimizdaki. Ama dili ve diyaloglari cok basit oldugu icin insan bir sekilde elinden birakamiyor. Umarim uclemenin devami daha havadar, daha bir renkli yol izler de keyfimiz yerine gelir.