Thursday, February 25, 2010

Pislik icindeler..

Dun taksiyle eve geliyorum. Standart Sagmalcilar, oradan da Zeynep Kamil, Kosuyolu, Acibadem rotasi. Burhan Felek Lisesi dagilmis tam biz gecerken, taksiciyle bi baktik liseliler heyecanli heyecanli ustumuze geliyor. Taksici de binerken cok bakmamistim ama ben yaslarda gozukuyor, iste sana super malzeme dedim hemen actim konuyu. -Ya bu liselere kravat ceket zorunlulugu kaldirdilar mi yahu? (En az 10 taksiciyle bu sekilde bile bile essek olarak muhabbet acmisligim vardir, muazzam kaynak) -Eee, tabii abi, dedi efendi bir sesle, -baksana pislik icindeler. Hmm diye zaman kazanip goz gezdirdim cocuklarin ustunde. Yani saclar baslar dagilmis filan ama pislik icinde bisi goremedim. Karar verdim, mutlaka kasiycam bunun altini ama once bir ortak ground set edelim di mi abiyle, sonra fuzeleri gondeririz. -Yaa biz ne cektik zamaninda o kravat denen illetten, 16 yasinda cocuga kravat ceket mi giydirilir allah askina? diye bi yokladim. -Valla abi, dedi bizimki, -o zamanlar bir duzen, intizam vardi ya, bi saygi sevgi vardi bizde. OooOo, baba agir dolu belli, kardes o kadar da yasli degil ama goren fes giyilen zamandan soz edecek sanir.

Ya evet de, dedim, -iyi olmus be abi, bizim cektiklerimizi cekmiyolar iste, -bosversene abi dedi eleman, -pislik icindeler sunlara baksana...Yine bi baktim etrafa, valla bana her sey normal geldi (etek giyen kiz olmamasi haric) ama herif belli ki 2-3 cumlede bir tekrarliycak bunu, hadi bakalim dedim. -Neleri pislik icinde yahu, ben goremiyorum? diye attim bombayi. Tabii adamin yuz ifadesini gorememek cok feci, ama bir o kadar da keyifli, kimbilir ne muazzam bi muhabbet olacak diye kendi kendime coktan cosmaya baslamistim bile. Eleman lafi carpti adeta, sonradan fark ettim ki hizli cevap verme sebebi, tam onumuzdeki grubu isaret ederek sozlerine yapacagi vurguyu kacirmamakmis, tam yanlarindan gecerken -baksana sunlara yaa, dedi, eh ben de baktim, 3 tane paltolu kiz sokagin biraz da ortasina dogru durmuslar. Anormal bi durum yok yani. -Nedir baba? dedim, abi zaten sormasam da soze devam edecekti sanirim, -su kizlara baksana, boyle ortalikta kakara kikiri, sigara iciyorlar filan diye bisiler geveledi, o hincla cumlenin sonunu da getiremedi ama ben malzemeyi kapmisim bir kere. -Ne oluyor sigara icince? dedim, ama ses tonum o kadar masum, o kadar "alti yasinda bir cocukmusum gibi anlat, ben aptalim" modunda ki o an. Sofor kardes herhalde aklinca o gun ettigi en beylik lafi patlatti bunun uzerine: -Kiz dedigin sokakta sigara icer mi yaa?

O an beynimde cok ama cok hizli bir hesaplama yaptim (hatta yan gozle adama donup ekstra data icin hafifce baktigimi da itiraf etmeliyim), herifi kaşıyıp sinirlendirecegim, orasi kesin de, dozaji ne olmali, levye cikarip beni dover mi, ben kendimi kaybedip "yarin sabah anan versin bana dersi" moduna girer miyim, tum bunlari attim kazana soyle bir karistirdim, elamanın naif gorunumu ve sakalsiz biyiksiz temiz suratini da goz onune alip ortalamanın hafifce ustunde bi kaşıma operasyonunda karar kildim. Zaten acilis cumleleri hemen tum opsiyonlarda ayni olacakti, dolayisiyla cok da dusunmedim agzimi acarken. -Ne olur ki icse? Erkekler iciyor ya.

Saniyorum hesap yapma sirasi sofor kardesimize gecmisti o an. Bilmiyordum tabii ne tur bir sinaptik sistemi vardir kendisinin, aksonlari bagnazlik denen pasla kaplanmissa filan nasil iletiyordur bilgileri beynine, umurumda da degildi acikcasi. Birkac cumle otesini hesapliyordum o saliseler boyunca. Bu tur kadinla erkegi birbirine denk goren tumceler duymaya dimağı alismadigi icin yanlis duydugunu sanmis da olabilir, cunku hususi olarak 2-3 cumle boyunca konuyu uzatarak benden ayni tepkiyi almayi bekledi. Ve aldi da. En sonunda beynine iyice kazinsin diye -Yani kadinlar sokakta sigara icmemeli mi, bunu mu soyluyorsun? dedim. Tepkisel oldu yaniti elbette, - E tabii abi, kadinla erkek bir mi?

-Hayır, degil, misal senin gibi amcik hosaflarindan otuz tane bir araya getirsem su liseli kizlardan bir tane etmezsiniz, olurdu cevabim eger kavga ariyor olsaydim. Ama yok kafaya koydum, hafifce terletip birakicam bu hödüğü, oyle hemen sopaya sarilma yok. İyice essek rolune burunerek, -Bir tabii, ne farklari var? diye sordum. Herif 1-2 karsilikli ayni yerde saydigimiz iddialasmanin sonunda sanirim ya olaganustu bir aydinlanma yasayarak benim onu eve kadar boyle oynatacagimi kavradi, ya da kendi kendinden ve soylediklerinden utandi (yeaaahhh!!) , zira 1-2 saniyelik kisa bir bekleyisten sonra son derece sakin bir sesle cumlenin sonuna nokta koyarak geldi cevabi -Eee, herkesin bakis acisi farkli tabii. Tartisma alevlensin, hafifce sesler yukselsin diye bekleyen ben dumurun onde gideniydim o an. Adam resmen birden baska bir kimlige burunup tartismayi sona erdirmisti yaa.

Yaklasik 25 saniye kadar konusmadik. Sonra herif siradan ve kisisel sorular sormaya basladi bana ve garip bir sekilde her sorduguna mulayimce cevaplar verip, aramizda sakalasmaya bile basladigimizi fark ettim. 1-2 Amerika, kapitalizm, bu yollar yapilacak ki gavurlar araba satsin bize kazik fiyattan yemi attim onune ama baktim ki baba yutmuyor. O an anladim ki aksonlari gercekten paslanmis, sinirleri cekilmis bir sahsiyet kendisi.

Eleman dogma buyume İstanbulluymus, ama bu sehirden o kadar sıkılmıs ki cekip gidecekmis tasraya. -Gidecek koyum yok ya diye dertlendi, haniminin (niye eşim demezler de hanimim derler, o da ilginc di mi) koyu varmis ama sarmiyormus bunu. -Kucuk cocugum var, bu sehirde buyumesini istemem, gibi beni benden alan laflar etti. Ev arkadasi almanin zorluklarindan, hele de titizsen ve pis bir ev arkadasin varsa bunun ne sıkıntılı bir is oldugundan, zamaninda super yemekler ve harika temizlikler yaptigindan filan soz etti (Tabii evlenince o sokakta sigara icemeyen kadinin sirtina kaktirdi hepsini). Ben oyle kaldim, agzim acik dinliyorum. Muhabbet daha da uzar; Freud, kozmos, Kanada'daki fok katliami, İsmail YK, Fenerbahce, Paris Hilton gibi benim cok da malumatim olmayan konulara da gelirdi aslinda ya, eve varmistik artik. Babaya cok hafif bir bahsis de vererek ugurladim kendisini.

Arabadan inip eve dogru ilerledigim o huzunlu anlar boyunca, taksici denen fenomeni kavrayabilmek icin henuz hala cok tecrubesiz oldugumu dusunuyordum.

Tuesday, February 23, 2010

Bayildigim insanlar - Billie Piper


Oncelikle sunu belirteyim ki, kendisine bayilma nedenim soyadindan ibaret (Yalan). Rose mu Bella mı deseler, soyle bir dusunur Bella derim herhalde. Doctor Who Billie Piper'ın yildizinin parladigi dizi olabilir (15-16 yaslarindayken sarkiciymis, hastasiyiz yahu) ama esas cikisini Secret Diary of a Call Girl'le yaptigi kesin.

Peki niye bayiliyoruz kendisine? Cunku bu 5 ayak 5 inçlik ufak tefek sahsiyet, Amerikan dizilerindeki karakter ezberlerini bozduran kisilerdendir (En azindan benim icin oyle). Basrolu mutlaka bir Barbie ve Ken'in oynadigi, zencilerin,sismanlarin,kisaca "oteki"lerin yan rollerden oteye gecemedikleri dizilerden, filmlerden biktik artik. Billie Piper her ne kadar tam bir oteki sayilmasa da, insanin icine kızcagiz dis teline ihtiyac duyuyormus gibi bir his veren kocaman agzi ve disleri (yine de tebessumu icimizi eritiyor, o ayri), koyu ela-kahverengi gozleri, kopkoyu kalin kaslari, kocaman poposu ve kalin bacaklari ile standart film yildizlarindan uzak bir goruntu ciziyor (Muazzam İngiliz aksanindan soz etmiyorum bile). Su zorlama sarisinliktan bir kurtulsa tam super olacak ama napalim. Gercek saciyla cok daha guzel gorundugu bariz ortada.
Tabii bu isin dis gorunus kismi. Dr. Who'nun yalnizca ilk sezonunu izledim acikcasi, hem de yillar once; ozellikle Charles Dickens'lı hayaletli bolumu cok begenmistim, hatirliyorum. Ama sonra fazla absürdlesti, isin icine garip gurup robotlar girdi ve cocuk filmine donustu sanki dizi. Velhasil, devamini izlemedim ama Billie'nin carpici oyunculugu aklimda yer etmis. Secret Diary'de ise roluyle oylesine butunlesmis ki kendisine bayiliyor, baygin baygin ic geciriyorsunuz (İngiliz aksaninin muazzamligindan soz etmis miydim?).

Gectigimiz yil anne de olmus. Iyi de olmus.

Birkac yil sonra soyle Wonderwoman gibi fantastik bir tiplemeyi oynarken gorursem sasirmam.


Bayiliyoruz kendisine.

Saturday, February 20, 2010

Reigning pain


Cektigimiz acilari neden hatirlamiyoruz? Ismen hatirliyoruz belki, ya da kivranislarimiz seklen aklimizda yer ediyor; ama yan yana dizili birkac aci icinde o aciyi tekrar taniyabilir, "aha buydu" diyebilir miyiz? Acilar, acili anlar, ardindan gelen normale donus ve hatta iyilesme sureci sirasinda ne kadar kolay cikiyor aklimizdan. 19. yuzyilda yasamis unlu bir Ingiliz yazari, kadinlarin cocuk dogurma eziyetine tekrar tekrar katlanmayi (o tarihlerde nasilsa yarisi ölür diye 8-10 cocuk yapiliyordu tabii) itirazsiz bir sekilde kabul etmelerinin altinda yatan gerekce olarak insan beyninin acilara dair fotograf cekip saklamayisini gostermis. Yani beyefendi demek istiyor ki, o anlari kadinlara bir daha yasatsalar hicbiri ikinci bir hamilelik isine girismek istemez.

Bunun endokrinolojik bir nedeni mi var, yoksa evrimsel bir surec mi, merak ediyorum. Yaralarin kapanip organlarin hayatlarina devam etmeleri gibi sinir uclarimiz ve beynimiz de acilari depolamamaya mi programli acaba?

Halbuki guzellik anlayisiniza uyan bir yemegin tadini, latif bir kahvenin damaginizda biraktigi lezzeti unutabilir misiniz? Aradan kirk yil gecse, kisinin algi ve duyulari korelse de o tatlar yerlerinde kalir. "O daha guzeldi" deriz hep, ya da "bilmemne kadar lezzetli degil bu". Kasigin catalin ayrintisini, solgun gunes isiklarinin efendim neymis beyaz porselenlerin uzerinden uzayin derinliklerindeki bir yildiz gibi parildayislarini falan hic unutmayiz.

Toplumun, evrimin ve basit gundelik kurallarin tabagimiza "iyi" diye sunduklari bu olaylari, cektigimiz acilardan daha ozel kilan sey nedir, anlamiyorum. Insanoglu varolusu boyunca hayatin karanlik (karanlik falan degil aslinda; duzen, evlatlarini korkutabilmek icin karanlik diye adlandirmis onu) anlarindan urkmus, hastalik, aci ve hatta ölüm, birer parcasi degilmis gibi yon vermis hayatina. Filmlerde kahramanlar uretilmis acidan, olmekten korkmayan; sanki o sınıfa dahil edilen seyleri kabullenmek, icsellestirmek, yalnizca insanustu kahramanlarin yapabilecegi bir seymis gibi mesajlar verilmis.

Ben sahsen aci cekmekten zevk almiyorum. Ama hastayken ya da aciliyken de insanligimin doruk noktalarina cikiyor, varolus dugumume bir ilmek daha atildigini hissediyorum. Hem de boktan bir mezuniyet torenine ya da bir arkadas toplantisinda yenen "lezzetli" bir pastaya gore cok daha anlamli, cok daha kuvvetli, cozulmez bir ilmek. Merakimin nedeni budur.

Saturday, February 13, 2010

Her gece



1995 baslari. Igrenc OYS senesi. 3 senenin fizik kimya biyoloji konularini son 1 seneye sikistirmak zorunda kalan zavalli dimagim; haftada 5 gun okul, 4 gun ozel ders, 2 gun dershane, art arda yasanan iki umutsuz ask ve 18 yasimin cilgin atislari arasinda kalmis bocaliyor. Geceleri test cozerken uykusuzluktan basim boynuma dogru devrilirdi, hic unutmam. Bir bes dakika oylece bekleyip gucumu toplar, kucagimdaki kagit yiginlarina gomulurdum yeniden. Korpecik zihnim bilim, bilimkurgu, insanlik, kozmos, aşk, cinsellik gibi dünyevi ve uhrevi mevzulari mecburen teget gecip sonraki baharlara saklamak zorunda kalmisti tabii.

Iste oyle bir cuma gununun gecesiydi sanirim. Yatmadan once bir sigara tellendirip televizyona soyle bir bakayim dememle gormustum o "şey"i. Muzik vardi arkada, onde de goruntu. Ama goruntu baya film gibiydi, sarkici yolda yuruyordu kosuyordu filan. MTV sayesinde "video klip" denen seyden bihaber degildim ama yine de tuhaf tuhaf bakmistim ekrana; ki zaten o zaman mantar gibi tureyen butun kanallarda yarim saatte bir caliniyordu sarki; duzenli televizyon izlemeyen ben bile yakalamistim ciktigi gece Mirkelam'ı.

Velhasil, izliyorum klibi filan. Yanik sesli bir arkadas yari arabesk yari rock tarzinda (o zaman muzik filan da yapiyoruz ya, kabugum sert rock'ın oyle boktan muziklerle karistirilmasina karsi), eh dedim peki dinleyelim bari, lan sarki bi guzel oldu; baktim biyikli kemancinin tebessum ettigi yerlerde benim de agzimin kenarina bir gulucuk konuveriyor. Ama esas bombayi arkada "Var mi benden krali" der gibi bir havayla gitarini tingirdatan basci kizi gordugumde yemistim kafaya. O zamanlar Steve Harris'i, Tom Araya'yi filan hazmetmeye calisiyoruz tabii, bunye zaten zorlanmis yeterince; (Cliff Burton'u ismen biliyordum ama henuz yeterince olgun olmadigimin da farkindaydim onu anlamaya calismaya baslamak için, nitekim hala da kavradigimi soyleyemem ustadi tam anlamiyla) bir de ustune icinde davulda İskender Paydas ile bas gitardaki isimsiz, hos bir kizcagiz (acaba Volvox'un bascisi olan kiz miydi diye de dusunmusumdur sonradan) barindiran bu klip denen sey gelince epeyce zorlanmistim o gece. Universitede muzik yaparsam eger, kesin kiz bir basci istedigime karar vererek dalmis olmaliyim uykuya. (Smashing Pumpkins vardi herhalde o zamanlar ama ben henuz tanimiyordum kendilerini)

Ertesi gun dershanede herkes klipten soz ediyordu. Eh tabii, bugunku gibi her sacini mohikan usulu kestiren genc klip cikarmiyordu o zamanlar. Dunyaya aciliyorduk ya iste. Onemli bir olaydi. Yanimda oturan Cigdem'in "izledin mi, ne guzeldi di mi, ehe ehe" diye kikirdedigini hatirliyorum.

Sevmistim Mirkelam'i. Her sey bir yana, aniden karsima cikarak bir gecelik de olsa kac fizik neti yaparim gibi sacma sapan seyler dusunmeden yataga girmemi sagladigi icin. Sonra ne oldu, ne yapti bilmiyorum. Berdus oldu cikti herhalde. Yakisir da.

Monday, February 8, 2010

There is no try



Duzenli olarak İngilizce yazmaktan vazgectim. Sonucta aklima geleni yazmayi planladigim bir yer burasi ve ne kadar iyi bilirseniz bilin, yabanci bir dilde bir metin yazarken tedirginlesip odagi metinden dile kayabiliyor insanin. Politik, sanatsal vs. konularda birilerine hitaben bir seyler yazmayi planliyor olsaydim ne ala, ama ben, aklima geleni aklima geldigi an aklima geldigi dilde yazmak istiyorum; dolayisiyla arada bir yazabilirim de İngilizce ama not necessarily yani.

Bu aralar Drood adli kitabimi ve Afrika denen su web-based oyunun cevirilerini bitirdim. Hastalik belimi hafifce kirmis olsa da (asiri yorgunum) kendime cok acimadan calisiyorum. Simdi elimde 1-2 metin daha var, sonrasına yeni bir seyler daha cikmis olur herhalde.

Karanlik bir sayfada beyaz noktalar iste...

Kitap Eleştirisi - Ankara'da Soğuk Gece


Elflerle orklar yokmus Ankara'da Soguk Gece adlı romanda. Keske olsaymis yahu dediginiz anlar oluyor. Sanki farkli farkli kisiler yazmis gibi bolum bolum, bazen ne oluyor ne anlatiliyor hic anlayamıyorsunuz; iyi karistirilmamis bir corba cikmis ortaya sonucta.

Halbuki muazzam bir baslangici var kitabin; guzel bir karakter tasviri, masaustu frp oyunundan tureyen buyuler, hisler, karakterlerin hissettikleri degisimler; tamam! demistim, benim hep yazmak istedigim kitap bu iste, bravo yazara! Derken kitap fantastik bir romandan bilimkurguya temas ediyor hafifçe (Rewerdrom olaylarina ilk deginildiginde -bu arada niye Reverdrom degil de Rewerdrom, anlamis degilim), yine bir cıvıltı yayıldı icime, vayy dedim hafif sci fi deginmeler de var; ama bir yandan da yazarin tasvirlerindeki gereksiz zorlamalar, vermeye calistigi tuhaf politik ve toplumsal mesajlar canimi sıkmıyor degildi. Ama bu kadar cesur baslayan bir kitabin tum kusurlarini affetmeye de hazirdim. Taa ki, kitabin ikinci kismina kadar.

Fantastik-bilimkurgu baslayan kitabimiz bir anda sıradan bir Osman Aysu (ustadin cok iyi romanlari vardir, yanlis anlasilma olmasin) polisiyesine donusuveriyor ikinci yarisinda. Birden ortaya cikan ve aralarinda hicbir baglanti kuramadigimiz tuhaf karakterler, guc pesinde kosan gizli orgutler, dunyayi yonetme ve kehanet kliseleri, gercekten de romanin ikinci yarisini "bitse de gitsek" havasina sokmus. Buna bir de olan biteni, iki kisi arasinda (Berna ile Patron) gecen ve bitmek bilmeyen sohbetler aracılıgıyla anlama zorunlulugumuz eklenince, isler cigrindan cikiyor ve hikayenin esas arka planda yatan kurgusunu neredeyse hic kavrayamadan bitiriyorsunuz kitabi. Sonlara dogru hafif bir horror'umsu bir müze sahnesi var ama o da cok silik kaliyor.

Buna bir de cok olmasa bile (hic olmamasi gereken) cumle dusuklukleri, gereksiz ve yanlis kullanilan noktalama isaretleri ve bolum baslarindaki zorlama vecizeler eklendiginde kitabin bir editor elinden gecmedigini dusunuyor insan. Ya da bazi yerlerin aceleyle gecistirildiklerini.

Yine de bu bir ilk romandir. Korkut Aldemir'i en azindan kitabin ilk yarisindan dolayi tebrik ediyorum. Bana kalirsa polisiye islerini bosverip fantazya tarafina daha yogun egilirse ileride cok basarili kitaplar yazabilir.

Thursday, February 4, 2010

Bol Mardin'li ruyalar

Biraz once cok tuhaf bir ruyayla uyandim. Ben ve kimligi/adi/sani belirsiz bir kiz Mardin'e gitmeye karar veriyoruz. Ben sehri alliyor pulluyorum, iste cok guzel zupper bir yer filan. Sonra havaalanina iniyoruz ve minibus gibi bir seye biniyoruz sehre gitmek icin, ama sehir bir turlu gelmek bilmiyor. Zaten araca biner binmez bir gol cekiyor dikkatimi, masmavi sulariyla adeta denizin icinden kesilip cikarilmis bir parca gibi adeta. Bu arada minibus o kadar dolambacli yollardan gitmeye basliyor ki saskina donuyorum.

Dayanamayip soruyorum sofore: "Hocam bu gölün adi ne?" Bu sırada cok dik bir yokustan gol seviyesine inmeye basliyoruz ama sanki biraz suratlensek suya cakilacagiz, o kadar dik bir yol. Herif de gazlamis gidiyor, sanki tarlada gibi. "İğdir Gölü kardeş," diye geliyor ceveap. O ne yaa, oluyorum, bildigim kadariyla oyle bir gol filan yok Mardin'de. Neyse, gole paralel ilerlemeye basliyoruz; boyle su kanali gibi yerlere donusuyor gol, ince kopruler geciyor suyun ve kanallarin uzerinden ve ileride yeniden yuvarlaklasip genisliyor gol. Ama biz o tarafa gitmeyip sola, yokus yukari sapıyoruz. Bu kez ayni diklikte bir yokusu yukari cikmamiz gerek (Bu tur bir yokusta saplanip kalmak cocuklugumdan beri kabusum, gene araya sıkıştırmış kendini) veee elbette son birkac metrede gurleyip aksirip tiksirip kaliyor minibus. Korku dolu tepkiler verdigimi hatirliyorum. Neyse 2-3 denemeden sonra sofor basariyla yokusu cikiyor ama benim mide, bagirsaklar filan hepsi birbirine gecmis durumda.

Neyse ki sehir cok yakinda ve merkeze yakin bir kilisenin kiyisinda iniverip(aa kiz hala yanimdaymis), kiliseye giriyoruz. Kilise ince uzun bir dikdörtgen formatinda ve uzun bacak boyunca sonuna dek ilerliyoruz. Etraf simsiyah kiyafetli, bazilari sakalli rahiplerle dolu. Rahiplerin bel, yaka ve kafalarinda beyaz birer serit var. Birden cok tuhaf bir sey daha oluyor. Benim ustumde de ayni onlarinki gibi beyaz seritli bir cubbe peydahlaniyor, ama benimkisinin ana rengi siyah degil turuncu. Kilisenin sonuna ulastigimizda tum gozler uzerimde tabii. Sunak, mihrap turu bir sey de yok meydanda, kilise degil mi acaba burasi yahu? Neyse, oturuyoruz. Herifler mırın kırın edip sıkıştırmaya basliyorlar beni, nerenin rahibisiniz vs. gibi sorularla. Sol tarafta bir pano goruyorum, su derneklerde filan olur ya, ilan asarlar, iste ondan. Kiyafetler olmasa kiliseden cok kapali modern mahalle kahvesi diyecegim yani.

Heriflere pek yuz vermiyorum, uzerimdeki bu boktan cubbeden kurtulmak icin can atiyorum; birileri bizi arkada bir odaya goturuyor (aaaa kiz hala yanimda) ama uzerimi degismiyorum, onun yerine panoya donuyorum. Kara cubbeliler gitmis, kisa boylu tombik bir kiz var orada. Benim elimde de birtakim kagitlar var, panoya asicam ya da yapistiricam onlari ama ustlerinde ne yaziyor, ne amacla hazirlanmislar hicbir fikrim yok. Kiz yanima geliyor, nedense yabanci saniyor beni ve yabanci bir dilde konusmaya basliyoruz. Yoksa siz Turk musunuz, aksaninizdan anlar gibiyim diyor, hee gulüm ben turkum diyorum gulerek ve panodaki haritada Kutahya'yı buluyorum, ama aradigim yer aslinda Afyon ve haritanin disinda kaliyor. Ama el yordamiyla aha suradadir herhalde diye biraz guneye iniyorum ve elimdeki minik kagidi igneliyorum panoya. Kizin minik ve tombul elleri de nedense bana yardimci olma ihtiyaciyla pano uzerindeler simdi. Bu yakin ilgiden cok sıkılıp ayakkabilarimi savuruyorum ve sokaga cikiyorum (panonun oldugu kisimdaki kapidan)

Cikar cikmaz beni Arnavut kaldirimli, asagi egimli bir yokus karsiliyor. Ciplak adimlarimi, ayaklarim kaldirim taslarinin tam uzerlerine gelecek, aralardaki o can sıkıcı bosluklara girmeyecek sekilde atiyorum. Harika geliyor. Yokus asagi iniyorum kaygisizca...