Thursday, June 24, 2010

"Still" alive, my friend of misery?


These times are sent to try men's souls
But something's wrong with all you see
You, you'll take it on all yourself
Remember, misery loves company.


Lisedeki grubumla caldigimiz cover sarkilarin icinde en etkilendigim dortluklerden biriydi bu. 15 sene önceki yorumumla simdiki birbirinden o kadar farklı ki; ama zaten bir metni mukemmel kılan sey de bu degil mi? Her daim dusunup icinde kendinizden bir seyler bulmanızı, derinliklere dalıp gitmenizi saglıyorsa tamamdir.

6 aydir duzenli bir sekilde ziyaret etmekte olduğum Romatolog'umun (bayılıyorum bu kelimeye ve telaffuzuna) telefonu, bugunku randevumuzda bir anda yukarıdaki sarkinin (http://www.youtube.com/watch?v=_98Gyg1er-k) acılısındaki bas gitar girişiyle çalmaya basladıgında hangi dumurları yasayıp ne tur derinliklere daldigimi ise kim bilebilir acaba? Hayatımda geçirdiğim en önemli hastalık olmasına rağmen (ki bugün ilac almayı da resmen bırakmış bulunuyorum, yani muhtemel bir tekrarlamaya dek 6 aylık bu tuhaf Still sendromu macerasını bitirdim denebilir) adamla hiç samimi degiliz; zaten doktordan cok muhasebeciyi andıran tavırları var. Belki de kendisiyle son görüşmemiz olan bu randevuda, tam da odadan çıkmak üzereyken telefon bu sekilde calinca, "Dur!" deyiverdim kendi kendime. Aklım eskilere gidiverdi.

"And you're out to save the world!" Gırtlagımı paralaya paralaya söylemeyi en sevdigim sözler bunlardi, evet. O zamanki zottirik İngilizcemle anlamaya, algılamaya calistigim o muhtesem sarkıyı kim secmisti hatirlamıyorum dogrusu. Düşünün bir kez; 18 yasindasiniz. Kim ne derse desin en guzel, en verimli yaslarınız. 11. sınıf gibi özgürlügün dibine vurdugunuz, her hafta kendinizi sokaklara vurup içki icip cozuttugunuz (cunku 12. sınıfta yasayacagınız kabusun cok iyi farkındasınız okulda gördüğünüz, sizden bir yaş buyuk olmalarına ragmen zombi gibi görünen abi/ablalarınız sayesinde) bir zaman bu. Provaların en az yarısında alkollu oldugumu hatirliyorum mesela. Bir de zatın teki cıkıyor, emo tabiriyle bu kadar "damar" bir sarkıyı önünüze koyuveriyor. Daha ne olsun! Zaten Metallica'nın o albumundeki tum sarkıları gıpgri, kepkesif bir bulut kapliyordu nedense. Böyle dalar gider, ne guzel demis lan adam dersiniz ya, iste o tat. Öyle muhtesem bir duygu ki 30 sene sonra dinleyince de aynı tadı alacagimi, aynı sevdigim kısımları, sözleri bekleyecegimi bilmek.

You just stood there screaming
Fearing no one was listening to you
They say the empty can rattles the most
The sound of your own voice must soothe you
Hearing only what you want to hear
And knowing only what you've heard
You, you're smothered in tragedy
And you're out to save the world

Sözcüklerin cogunu sözlükten bakmak zorunda olmus olsam da o zamanlar, "Evet olm, evet, budur işte!" diyordum her seferinde. "Beni anlatıyor bu sarki." Yıllar sonra aynı sözleri Charles Bukowski'nin bazi siirleri icin de soyleyecegimi o zamanlar bilemezdim elbette. Sonra biz bunu 2 ya da 3 konserde caldik. Robert Kolej denen deryada calmistik yanlis hatirlamıyorsam. Tepine tepine, ağlaya ağlaya söylediydim:

You still stood there screaming
No one caring about these words you tell.

Doktorun ofisinden ciktigimda gozlerimdeki hafif ıslaklıgın nedeni koridorda oturanlarca ne olarak algılandı bilemem ama; cep telefonundan duydugum ezgi mi yoksa yıllarca kafamı sikecegi rivayet edilen bir illete karsı ilk raundu kazanmıs olmam mıydı, şu an ben bile bilemiyorum.


Sunday, June 20, 2010

In my darkest hour


In my hour of need,
Ha, no, you were not there
And though I reached out for you,
You wouldn't lend a hand

Through the darkest hour,
Grace did not shine on me
Feels so cold, very cold,
No one cares for me...

Did you ever think I get lonely?
Did you ever think that I needed love?
Did you ever think to stop thinking?
You're the only one that I'm thinking of

You'll never know how hard I tried
To find my space and satisfy you too

Things will be better when I'm dead and gone
Don't try to understand. Knowing you, I'm probably wrong

But oh, how I lived my life for you,
Still you'd turn away
Now, as I die for you,
My flesh still crawls as I breathe your name
All these years,I thought I was wrong,
Now I know it was you
Raise you head, raise your face, your eyes,
Tell me who you think you are

I walk, I walk alone
To the promised land
There's a better place for me
But it's far, far away
Everlasting life for me
In a perfect world
But I gotta die first,
Please god send me on my way
Time has a way of taking time
The loneliness is not only felt by fools
Alone, I call to ease the pain,
Yearning to be held by you
Alone, so alone, I'm lost,
Consumed by the pain
The pain, the pain, the pain
Won't you hold me again
You just laughed, ha-ha, bitch

My whole life is work built on the past,
The time has come when all things shall pass,
This good thing passed away...




"There will always be something to ruin our lives, it all depends on what or which finds us first. We are always ripe and ready to be taken". C. Bukowski

Sunday, June 13, 2010

I love this game

NBA'de yilin belki de en onemli maci bu gece oynanacak. ABD'nin Fenerbahçe'si olarak niteyebileceğimiz Los Angeles Lakers ile bu seneki Bursaspor'a cok benzettigim (aa renkleri de ayniymis) Boston Celtics serisinde durum 2-2'ye gelince heyecanın dozu da bir anda artiverdi. Ben de tabii yaşı 30'un üzerinde olan her basketbol seyircisi gibi eskilere dönüverdim birden.
Turkiye'de daha dogru durust basketbol (ve izleyicisi) yokken hayatimiza girmisti NBA. 80ler'in sonlarina dogru artık pörsümeye baslamıs Celtics-Lakers mucadelesi, aradan kafalarını uzatan Pistons'ın "yaramaz oğlanları" ve elbette hanedanının altyapısını kurmakla meşgul olan efsane Michael Jordan. O yıllarda "dışa açılan" Turkiye'nin en onemli ithalatlarindan biri de MTV ve NBA maclariydi. Amerikan aksanli Turkce konusan Murat Murathanoglu'nun anlatımıyla hepimiz adeta kucuk birer Beyaz Gölge oluyorduk televizyonun karsisina gectigimizde. Nitekim bugün gencecik Turk cocukları "bu sene şampiyonuz, Kobe bizi uçuracak" türü gonulden mesajlarla savunuyorlarsa NBA takımlarını, bunun tohumlari o yayinlarla atilmiştir. Ben lisedeyken (90lar) elbette ki herkes MJ'in Chicago'sunu tutuyordu. (Fenerbahçe sendromu) Ama bir de inadina Celtics'i tutanlar vardi, ki bu insanlar Larry Bird'lü gunlerden (80ler) beri NBA'i takip ettikleriyle de ovunurlerdi. Genellikle zengin cocuguydu bunlar; evlerinde uydu muydu vardi herhalde.
Neyse efendim; Turk ve diger 3. dunya halklari cocuklarının beyinlerine doldurulan bu fuzuli yabancı sempatizanligina daha sonra deginiriz. Ki bu sahte sempatinin nasil ters teptigi ve 2000'li yıllara nefret olarak döndüğü de cok açıktır. Boston-Los Angeles rekabetine dönersek;
Simdi bir tarafta bireysel yetenekli oyuncuları (Kobe, Gasol) ve kısıtlı takım savunmasının yanında uzun boy ve kolları sayesinde muazzam bir pota alti savunmasına (Odom, Bynum, Gasol) sahip Lakers var. Haliyle serinin favorisi bu arkadaşlar. Ama iste kazın ayagı (ya da Bynum'un dizi) pek favori dinlemiyor 100 maçlık sezonlarda. Odom'u saymazsak yedeklerinde hiç iş yok Lakers'ın. Vujacic, Farmar, Walton, Brown'dan neredeyse sıfır verim alıyor. Fisher'ı da bunlarin yanına katmak lazim, ama bir mac kıpırdandı ve o maci aldi Lakers. Yani bence sırasını savdı Fisher.
Öte yandan, bir tek kafalarında lambali baretleri eksik yaşlı Celtics emektarları (Paul Pierce basketciden cok vinç operatorunu andırmıyor mu yaa) 2 maçta bir şapkadan tavsanlar cıkartarak buraya kadar geldiler. Boston hucumu, kısıtlı bireysel yeteneklerden dolayi o kadar tıkanıyor ki bazen, yani bizim mahalle takımını götürsek başabaş oynariz gibi geliyor. Perkins'le Glen Davis, mac başına 8-10 blok yemekten çoğu zaman potaya bakmıyor bile. 4. mactaki performansına, aldıgı hucum ribauntlarina Davis bile sasti kaldi; salyalarini akıtarak sevinmesi de bundan. Ray Allen'a zaten güvenilmiyor. Eskiden de güvenilmezdi bu adama. Bir mac 30 atar, oburunde sıfır cekerdi. 35'ine geldi, aynı tas aynı hamam. Pierce ve Garnett de evet atıyorlar, cabalıyorlar falan ama, 33-34 yaş etkisini gösteriyor artık. Boston, Lakers gibi bireysel yetenek değil, mucadeleye dayalı oynadıgı icin, bu adamlar savunmada o kadar yoruluyor ki, hücuma çıktıklarında -özellikle Garnett'in- adım atacak hali kalmıyor. Pierce zaten bildigimiz Pierce; enerjisini hiç harcamadan, ağır cekim bir basketbol oynuyor. Sutunu sokuyor belki ama hareketlilik sıfır adamda. Zaten takımın tek hareketli adamı Rondo. Onun da ofansif yönü, asist hariç kısıtlı olunca hucum cok tıkanıyor bazen. Ama Boston'un yedekleri daha cok katkı yapıyor oyuna.
Kazandığı iki macın birinde Ray Allen kendini aşarak 30+ attı, digerinde ise garip bir Robinson+Davis katkısı aldı Boston. Dolayısıyla şampiyon olmak istiyorlarsa Pierce'in muhtemel bir triple double ya da ona yakın performansla tek basina bir mac kazandırması gerek artik. Cunku sapkadan tavsan ancak bir mac daha cıkar bundan sonra. Bunun yaninda Fisher/Odom/Artest ve kısa yedeklerin savunması da cok onemli. Zira Gasol+Kobe'nin 50 küsur sayısını savunamayacağı belli oldu artık Boston'un. Bynum oynarsa onun 10-15 sayısı da garanti. Diğerlerini ne kadar savundukları önemli. Özellikle cok kötü oynayan Artest atmaya baslarsa bu is son maca bile kalmaz.
Şu da var ki, Boston'un bu artık son şansı. 35lik yıldızlar bence gelecek yıldan itibaren düşüşe geçmeye başlayacaktır (ki bu sene bile 2008'e göre yerlerde surunuyorlar). Zaten big three denen Allen, Pierce, Garnett gidince bu takım 90larda işgal ettiği tabelanın son basamagina da inecektir herhalde. 1986 doğumlu Rondo'ya sabırlar diliyorum şimdiden. Umarım öyle 10 yıllık falan bir kontratı yoktur Boston'la. Yoksa tıpkı bu gunlerin gelmesini 10 yıl bekleyen Pierce gibi sabır küpü olup çıkması isten bile değil.
Kalbim Boston'la, ama aklım Lakers 4-2 ya da az ihtimal 4-3 kazanır diyor. Bakalim ne olacak.

Saturday, June 12, 2010

Kelimeler, zihinler, keltler

Hayatının belli bir evresinde ceviri yapmis olanlar bilir; bazen bazi kelime ya da ifadelere takilir, isin icinden cıkamazsınız. Aklınıza hep ayni laflar gelir; bir yandan dogru olmadigini -ya da o lafin oraya tam oturmadigini diyelim- bilirsiniz ama baska bir sey de bulamazsiniz. Dilinin ucunda olmak degil sozunu ettigim sey. Tecrubelendikçe ve yazarın kitabi yazış mantigini anladıkça gelisen, o cumlenin olmadigina dair bir his işte.
Ben bu tur durumlarda hemen ara veriyorum. Yani, "yapamadigini gec, sonra zamanin kalirsa donersin" seklindebeynimize kazınmıs olan test sistemiyle olacak iş degil bu. O ilk bakış, o ilk bakışta aşk gerekiyor bazen. Nitekim, bu tur araların sonunda yeniden calismaya basladigimda, cok yuksek bir yuzdeyle -sanki biraz onceki çırpınmalar hic yasanmamiscasina- pıtır pıtır dökülüveriyor kelimeler zihnime.
Dolayısıyla, ceviri esnasında sozlukle, kitapla, yazarla, kahramanlarla, olaylarla cebelleşirken bir de kendi aklınızla mücadele vermeniz gerekiyor. Ben o yuzden pilimin -dikkat: bittiği değil- azalmaya basladıgını hissettigim an, bırakıveriyorum. Verimsiz çalışma sonucu ortaya cıkan her yanlis, geri dönüşü olmayan sonuçlara yol acabilir. Örneğin canım bir şekilde o gun istemiyorsa calismak, calismiyorum. Ki bazı gunler gercekten oluyor bu.
Bazen de insan öyle guzel ifadeleri, cok da dusunmeden pat pat bulunca öyle bir coşuyor ki; sanki kitabı bastan yazıyormus gibi hissediyorsunuz kendinizi. Öyle anlarda zihin de Bloodlust yemiş Grunt gibi genişleyip açılıyor, tüm beyniniz bir sel baskını gibi çağlayıp taşıyor adeta. Cok garip bir his işte; istedigin kadar tarif et, yasamadan anlaması zor. Dağcıların zirve yaptıkları anda o tur seyler hissettiklerini dusunmusumdur hep. Zihinsel bir boşalım bir nevi.
Seviyorum yahu yazmayi, uretmeyi. İnsanlarin benim kurdugum cumleleri okuyup türlü türlü ruh haline gireceklerini hayal etmeyi. Nasil ben kıvrak bir dille yazılmış (ve cevrilmiş) kitapları okuduktan sonra gunlerce etkisinden cıkamıyorsam, benim kitaplarımı okuyanların da öyle olma ihtimalinin bulunması bile çılgınca bir şey.
Bu arada, Boston yine inanılmaz bir mücadele sonucu durumu 2-2'ye getirdi. Bireysel yetenek takımı Lakers'a karşı, oyuncu kalitelerindeki farklar ve saha dezavantajlarına rağmen savunmasıyla cok iyi mücadele veriyor Celtics. Umutluyuz.

Monday, June 7, 2010

Neden

Bir avuc topraga neden bu kadar bagimliyiz?

Dogru durust bir altyapi zenginliği bile olmayan, yari çöl topraklar ugruna nedendir bu yuzyillarin kavgasi?

Emperyalist adı verilen dunyanin kabadayi devletlerinin el attigi, sınırlarını cizdigi ulkelerin, hayatlarini belirledigi halklarin kac tanesi -hadi refahi gectim- baris icinde yasamaktadir?

Bizler, sıcak kahvelerimizle 22 inclik ekranlarimizin arkasina saklanarak luzumsuz vucutlari yag baglayan dunyanin "ozgur" insanlari, hayatı, olan biteni bir pembe dizi gibi izlemekten ne zaman vazgececegiz?

Dunyanin, dunyamizin tum kaynaklari 500 yıldan beri Kinşasa'dan, Tiflis'ten, Phnom Penh'den Londra'ya, Chicago'ya, Tel-Aviv'e akarken, bizler bunu daha ne kadar izleyecegiz?
Tum dunyada duvarlar yıkılıp kardes halklar bölünerek sozde "ozgurluk" getirilirken, neden hala duvarlar inşa ediliyor ve insanlar dört duvar arasında yaşamak zorunda bırakılıyor?
İnsanların ölümleri uzerine "taktik hesaplar" ve "yukselen deger" gibi stratejik konusmalar yapmak -askerden kacmak icin de olsa- MBA'li adam sayısının artışıyla mı kabullendigimiz, içselleştirdiğimiz bir gercek oldu cikti? Israil elli kere özür dilese ne olur? İnsanlarınız geri gelir mi?
Politika yazmıyım yazmıyım diye tutuyorum kendimi; sonucta yine donup dolasip oraya geliyor kelimeler. Halbuki ne guzel Mortal Engines'i yazacaktim, Lady Vashj figurumden soz edecektim.
Eh ne diyelim. Birkac gune artik.
İsci takimi Boston Celtics'e Hollywood takımı L.A. Lakers karsisinda basarilar!


Tuesday, May 25, 2010

Sırt çantasının dayanılmaz cekiciliği

Bir zamanlar bir sirt cantasi modasi vardi. İcinde hicbisi olmasa bile o canta olmadan cikmiyordun disari. Hatta bende o kadar buyuk bir hastalik olmustu ki, icki icmeye bara falan bile icine dondirik bikac parca bisi attigim sırt cantamla gidiyordum. Butun gecemin icine ediyordu o canta.
Canta dedigim de 90li yillarda bizim evde 3-4 tane boyle fosforlu, rengarenk canta vardi; neredeyse anadili gibi İngilizce konussa da dunyadaki tum yabancilari bir butun sayan o sehirli beyaz Turk zihniyetini asla terk etmemis bir insan olan annem, kendisi icin buyuk bir olay olan ilk İngiltere seyahatinden getirdigi, aslinda belki de Turkiye'de daha ucuza bulunacak olan Levis 501, Swatch kol saati gibi hediyelerin yanina, "yedekte bulunsun" mantigiyla 2-3 tane de o zamanlar moda olan (İngiltere modası herhalde) bu minik, fosforlu, acayip sirt cantalarindan eklemisti. Cantalarin hicbiri asla kullanılmayıp curuyup gittiler yillar icinde, elbette. Ama iste, o aralar dunyaya posta koyabilecegim bir tavir pesinde olmamdan mi, yoksa sirf annemin "bozulmasin, kirlenmesin, kullanilmasin" zihniyetini delmek amacıyla mi bilmiyorum, uzerinde fosforlu sari, turuncu seritler bulunan o minik sırt cantasını sırtıma takardim hep.
Muhtemelen cok korkunc bir goruntu sunuyordum. Neyse ki bir sure sonra vazgectim o fosforlardan.
Sırtıma canta takmaktan ya? Asla! Birbiri ardina aldigim cantalari sirtima -icleri bombos bir sekilde- takmaya devam ediyor, kısacası belamı arıyordum. Eh, aradigimi da buldum tabii.
2002-2003 civarlari olmali, ya da yakınları. Serseriligin doruklarinda olmanin dayanilmaz hazzini yasiyorum. İsten ayrilmis, yeniden Magic oynamaya baslamisim falan; keyfim gıcır. Besiktasta Saklikent denen yere gidiyorum gunduz gozuyle; Sair Nedim'den yuruyorum. Sırtımda cantam tabii, ici neredeyse bos. Dortyol agizlarindan birini gecerken cok cok hafif bir temas hissettim sirtimda. O kadar ki, donup bakmadim bile; rüzgar bile olabilirdi yani, o kadar hafif.
Neyse Saklikente geldim, bakınıyorum. Bizim cocuklar oradalar, ben on tarafa yuruyunce bir tanesi "aa abi cantanin on gozu acik kalmis senin" dedi. Cantayi sırtımdan çıkardım ve gercekten de on kısımdaki fermuarın ardına dek acilmis oldugunu fark ettim. İcine bir sey koymasam bile fermuarı oyle acik bırakmazdim ben.
Birden kafama inen balyozla, cantaya koymus olduğun tek seyin -birkac kagit, Magic karti ve ıvır zıvır haric- cep telefonum oldugu gercegi dank etti aklima. Ve elbette ki on goze koymustum. Markasını hatirlamadigim, yuvarlak, mavi renkli bir kiz telefonum vardi o zamanlar. Sair Arsi'nin eli cabuk yankesicileri, ben yururken sırtımdaki cantanin on fermuarını acmis, telefonu kaparak ortadan kaybolmuslardi.
O an ilk hissettigim sey, derin bir hayal kırıklığıydı elbette. Telefonu kaybetmis olmak uzuntulerim arasinda cok gerilerde kalıyordu. Nedir yani, yenisini alirsin. Zaten zorla tasiyordum yanimda (hala zorla tasiyorum).
Ama esas koyan sey, sirt cantalarimla yasadigim o ozel iliskinin aldigi darbeydi. O gunden sonra, bir sure sırt cantalarini ters (canta on tarafımda kalacak sekilde) takmayi falan denediysem de, bir seyler kopmustu icimde artik. Zaten sonrasinda da birakiniz sirt cantasini, genel olaral canta kavramindan uzaklastim. Mont ve pantolon ceplerini, cuzdanimsi minik para-kart muhafazacıklarını falan kesfettim. Simdi bile, tek tuk aldigim ve kullandigim cantalar ya askılı, ya da elde tasınan turdendir.
Buradan hayatimdaki onemli (!) mihenktaslarindan birini geride birakmama sebebiyet veren o Sair Nedim kapkaccisini da sevgiyle aniyorum.

Friday, May 21, 2010

what if

Bazen bu siyah ustune beyaz fondan cok sıkılıyorum. Hele ki tam tersi; beyaz ustune siyah fonlu, cicili bicili (ya da oyle olmayan) bloglar okudugumda. Ama bazen ruhumun arka planina yayılan siyahlıktan da sıkıldıgım olmuyor degil. İşte kendimce, beyazlıklar puskurterek dengelemeye calisiyorum o karanlığı.

Ama vazgeçmek kolay degil.

Kolpa grosso (part 2)

Simdi bu CHP'liler, bir gecede tavaf eksenini degistirerek garip bir sekilde Gandi adi verilen Kemal Kılıçdaroglu etrafina toplandilar. 1 gun once Deniz Baykal dönsün, bizi yine serefli ikinciliklere götürsün diye ağlaşan binlerce insan, bu kez ayni seyi KK'na yapmaya basladi. Yahu arkadas, siz nasil insanlarsiniz? Bu ne bicim parti? (AKP ya da diger partilerde de durumun farkli oldugunu sanmiyorum) Küskünler adı verilen, Baykal'ın dikta rejiminden yorulup partiden ayrilan isimler de, sanki bu anı bekliyorlarmış gibi partiye hücum edeceklerdir eminim. Benim derdim şu kişi şöyle yaptı, bu kişi boyle yaptıda degil. Ulkeyi yonetmeye aday olan kadrolarin bu kadar asagilik, bu bu kadar yalaka, kadar kolpa bir tavir sergilemeleri, geleceğe olan inancımı gercekten de azaltiyor.

Tüm bunlar olurken, Fenerbahce sampiyonlugu son macta kaybetti. Bursaspor hakkıyla şampiyon oldu. Ne beklersiniz Fenerbahce baskanindan? "Biz de iyi mucadele ettik ama basaramadik, guzel ve cekismeli bir lig oldu, sampiyonu tebrik ederiz, seneye amacimiz bu unvani onlardan almak olacaktir" turu bir demec vermesini, degil mi? FB baskani ise "basaramadik, sorumlu benim, ama..." diye baslayan cumlesiyle cumle alemi topa tuttu. Farkinda olmadigi şeyse şu: o boyle yapmaya devam ettikce, insanlar FB'den nefret etmeye devam edecekler. Tipki Deniz Baykal konustukca insanlarin CHP'den nefret ettikleri gibi. Bugun toplumumuzda lider olarak görülen şu iki kişinin birbiriyle cok cakisan ben-merkezci tarzlari, her ikisinin de temsil ettikleri kurumlara karsi duyulan antipatinin giderek yukselmesinin baslica nedenidir. Aziz Yildirim da tıpkı Baykal gibi sacma sapan suclamalar yaparak Bursaspor'un tarihi şampiyonluguna golge dusurmeye calistiysa da, basarili olamadi. Zaten, bana kalirsa, böyle bir savunmaya da ihtiyaci bulunmuyordu. Zira bütün Fenerbahçeliler takımlarının, özellikle ikinci yarinin sonlarindaki o muazzam performansindan son derece memnun. Dolayisiyla bahane ureterek suçlamalari bertaraf etmeye de gerek yoktu. Çıkıp adam gibi sadece "Bizce takımımız şampiyonluğu hak edecek bir top oynamıştır. Fenerbahce bu sezon gonullerin şampiyonlarindan biridir. Bursa da hak etti. Biz takımımızdan çok memnunuz." dese ne kadar farklı olurdu. Ama o "ben ben ben" egosu ona bu durumu, sanki kendi başarısızlığıymış gibi savunma yapma ihtiyacı hissettirdi. Ve o da, tıpkı Baykal gibi, özeleştiri yapmaktansa ona buna sataşmayı tercih etti.

Maalesef coğrafyamızla ilgili bir sorun bu eleştiri kaldıramama hali. Demokrasi anlayışımız, asker tarafindan zorla yazdirilip kabul ettirilen anayasalarla kısıtlı kaldigi icin, liderlerimiz de ayni askerler gibi "alt"larindaki kişilerin kendilerine sonsuz bir itaat icinde olmasini bekliyor. Asla elestiri kaldıramayan, kaldirabilenleri ise bir an once tasfiye eden bir liderlik sistemimiz var. Bunun nedenlerini de (liderlerin koltuğu bir memuriyet olarak görmeyip, kendileri ve hayatlarıyla özdeşleştirmeleri) daha sonraki bir yaziya sakliyorum.

Wednesday, May 19, 2010

Kolpa grosso (part 1)

Oyle ikiyuzlu, sahtekar bir toplumuz ki.

Neresinden tutarsak tutalim, elde kaliyoruz. Birtakim sahte kliselerin ardinda saklanip basta kendimizi, kadinlarimizi , cocuklarimizi kisitlayip, bastirip kapali kapilar ardindan kolpaciligin doruklarina tirmaniyoruz.

Sistemimiz (sistemsizligimiz), orgutlerimiz, liderlerimiz o kadar cag disi, o kadar sark kurnazi ki, oylesine surec degil kisi bazli dusunuyoruz ki, donup dolasip gercekten bir arpa yol alamiyoruz bir cok konuda.

Son bir aydir sıkı bir sekilde televizyon izledim. Tam da ic ve dis politikada (ve de futbolda) cok onemli olaylarin oldugu zamana denk geldi sansima. Zaten televizyonlarda da insanin icini uyusturan agirkanli diziler disinda futbol ve siyaset programlarindan baska bir sey yok.

Deniz Baykal diye bi adam var. Ben cocuktum hatirliyorum, Erdal Inonu'nun basinin etini yerdi her kurultayda. Bakti lider olamiyor, gitti 12 senedir kapali duran CHP'yi kurdu 1992'de. Allem kallem etti, havasini kaybeden SHP'yi de kendine katti, o partinin butun ileri goruslu kadrolarini partiden kovdu (ki Kurt milletvekillerini savasin en yogun olduğu tarihlerde meclise sokma riskini alabilecek ileri görusluluge sahip, 1989 yerel secimlerinde patlama yapmis, gercek SOL bir partiden soz ediyoruz.) ve sol dusunceyi Turkiye'nin gundeminden kaldirma operasyonuna basladi. Basardi da.

Bir kere barajin altinda kaldi, zorla istifa etti. Millete unutturup 1.5 yil sonra yeniden geldi; DSP'nin dagiliyor olmasinin mirasini (hic de hak etmeden) yiyerek bedavadan 12-15%'lik bir oyun uzerine kondu. Ve haliyle kendini bir sey sanmaya basladi; halbuki o insanlar ona tepede o oldugu icin ya da CHP'ye cok inandiklari icin degil, ulkede baska oy verecek parti bulamadiklari için veriyorlardi (hala da o yuzden veriyorlar). Efendi gibi ben bu isi kıvıramıyorum diyerek emekli olmak yerine rezil rusva etti kendini; ne seks kasedi kaldi, ne kepazelikler surusu halinde kapisinda aclik grevi yapan issiz gucsuz cocuklar.

Sonra ne oldu? Partiyi oylesine bir tek adam hakimiyeti altina sokmuslar ki, her zamanki gibi kolpadan ben gidiyorum diyince (1999'da yaptigi gibi, amac ne, millet kapisinda toplansin, ahlar vahlar icinde, karimi aldattim ama napalim bakin millet istiyor beni diye geri donsun) sacma sapan isler oldu. Sudan cikmis baliga donen CHP'liler, kimin ayagina kapanacaklarini sasirdilar. Binlerce "genc" yuruyusler yapti cobanlari gelip onlari biraz daha gutsun diye. Bir tek kimse de kalkip adamin 70 yasindaki karisiyla, ya da sevgilisiyle ilgilenmedi bile. Ne olacak; nasilsa butun erkekler yapiyor, elimizin kiri degil mi ya.

Hadi adam istifa etti dedik, bu kez eve kapanip cakal gibi ortaligi gozlemeye basladi. Artik yani kolpaliktan ölecek. Neymis, partiyi bassiz birakamazmis. Sen butun orgutu kopek gibi kendine bagla, önünde secde ettir, ondan sonra eve cekilip hadi bakalim anlasin bir baskan adayinda diye at kemigi ortaya. Son derece ilkesiz, ahlaksiz ve maco bir tavir olarak goruyorum yaptiklarini Deniz Dede'nin.

Yazinin devaminda secdeci CHP'lilerin bu kez Gandi'nin etrafinda deneyecekleri muhtemel tavaf beklentileri ve futbolun da ulkemizde ne kadar siyasete benzediginden soz edicem. Bir de su "Sayin" lafindan ne kadar tiksindigimden. Hatta, soz oradan acilmisken baska tiksindigim kelimelerden de bahsedebilirim. Yazacak cok sey varmis aklimda, simdi farkettim.

Friday, April 30, 2010

International Labor Day incoming




Workers of the world, awaken!

Rise in all your splendid might

Take the wealth that you are making,

It belongs to you by right.

No one will for bread be crying

We'll have freedom, love and health,

When the grand red flag is flying

In the Workers' Commonwealth.

Wednesday, March 24, 2010

SSK'li gunler

Bugun bobrek taslarimla ilgili birtakim tahliller yaptirmak uzere Goztepe SSK'ya gittim. 2-3 hafta once bir kere daha gidip kan vermek yoluyla ufak tefek tahliller yaptirmistim. Tabii hayatimda cocukluk sonrasi devlet hastanesine ilk gidisim oldugu icin korkuyordum (ayni korkuyu 12. sinifta Fen Bilimleri Dershanesi hepimizi İTU Ayazaga Kampusu'ne geziye goturdugunde de hissetmistim; ozel okul, ozel doktor, ozel ders derken o cilali parlak plastik goruntuye alisiyor insan ve bir anda devlet kurumlarinin o tozlu koridorlariyla yuz yuze gelince silkinip kendinize geliyorsunuz icinde bulundugunuz o pespembe ve sahte ruyadan) ilk seferinde; ama baktim ki sistemi guzel oturtmuslar. Tabii nufusu 100-200 bin olan bir sehrin araya bu kadar cok "istasyon" sıkıştırmasına gerek yoktur elbette basit bir kan alma islemi icin, ama burasi Istanbul ve yapmazlarsa ne olacagina her dakika sahit oluyor insan.

Once doktorunuzdan (ki o doktor ikilemini de ayrica aciklamak isterim, islerinizi seri bir sekilde halletmenizin yolu bolumdeki baba doktorlardan birinin ozel hastasi olmaktan geciyor, tum kapilar bir bir aciliyor onunuzde adeta) ve calistigi bolumden barkotlari aliyorsunuz, bununla tahlilin yapildigi 10 dk mesafedeki binaya gidip oradan sira numarasi aliyorsunuz (farkli tahlillerse farkli numaralar, dolayisiyla da farkli kuyruklar) sonra efendim, ozellikle guruhlarin kapisina yıgılmakta oldugu kan tahlili gibi mekanlarda bankalardaki gibi elektronik bir gosterge var. Sira numaraniz oradakine yaklastikca one kayiyorsunuz ve her seferinde iceri 10 kisi aliyorlar. Tabii icerisini koruyan kapiya mutlaka ve mutlaka bir gorevli koymak zorundalar ve adamcagiz (ya da kadin) gercek bir coban koyunu gibi davranmak zorunda. Zira ortalikta sistemi izah eden bir tabela, bilgi yazisi vs. olmadigi gibi, olsa bile cani burnunda olan insanlar kapiya bir sekilde hucum ediyor ve gorevli de surekli insanlari iceri dalmamalari icin uyarmak zorunda kaliyor.

O an alinan 10 kisilik grubun icine girip iceri girdiginizde once bir bankoya ugrayip barkotlarinizi uzatip oradaki yetkililerden kan tupunuzu (barkotu sisenin etrafina yapistiriyorlar) aldiktan sonra arkanizi dondugunuzde bu kez baska ışıklı panolar bekliyor sizi. Bu seferki tam banka usulu, 8 tane gise var ve bosalanlar tabloda yaniyor. Haa, bu kapidaki coban kisi girenlere bir de yeni sira numaralari veriyor dondirik bir kagitta. İcerideki 8 gisenin yaktigi numaralar da bu numaralar. Bu sirada tabii "bos yerlere oturalim lutfen, sirasi gelenler lutfen kollarimizi sivayalim" gibi ilkokul ogretmeni tarzi komutlar veriliyor genellikle yine ayni kisi tarafindan. Neyse sirasi gelen geciyor kanini verip cikip gidiyor. Sistem iyi, ben temelde begendim sahsen. Ozellikle kapidaki abi kollarimizi sivayalim dediginde gorev bilinciyle montlarini mantolarini cikarip kollarini sivamaya baslayan teyzelere bayildim. Yalniz ilk gelen hep bir agu bugu oluyor, birilerinden azar isitiyor mutlaka, zira ortalikta ne olup bittigini ogrenebileceginiz bir yer yok. Turk usulu, deneme yanilma ile buluyorsunuz yolunuzu.

Ben geldigimde 540lardaydi tepedeki numara ve benim numaram da 604'tu; dolayisiyla 15-20 dk sirami bekledim. Enteresan goruntu ve sohbetlere sahit oluyor tabii insan bu sirada. SSK zaten genel olarak tam bir gorsel şölen. Her türden insan var; piercingli punk kizlardan tutun da kara carsafli ablalara varincaya dek. Yolun iki yanina sira sira sandalyeler konmus birinde oturuyorum. Karsimda kara carsafli bir abla ve turbanli gencten bir kizcagiz var kucuk ogluyla. Yani basi ortulu ama hafif dar uzun kot etegi, siyah babet ayakkabilariyla epey modern bir gorunumu vardi kizin. Ve bir eliyle kucuk oglunu kontrol ederken ote yanindaki carsafliya donmus haril haril bisiler anlatiyordu. Birkac dakika sonunda orada tanistiklarini kavradim, genc kiz oburune diyet taktikleri veriyordu. Esi hoslanmiyormus kilolu olmasindan, kepek ekmek diyet peynir yiyormus da suymus buymus. Tabii her seyi duyamiyorum ama carsafli kadin sanki karsisinda Cubbeli Ahmet Hoca konusuyormus gibi sessizce dinliyor, arada minik sorular soruyor (agzi kapali oldugu icin sesi bogularak cikiyor ve hic bir sey anlayamiyorum), genc kardesimiz karsisinda bir comez bulmanin da coskusuyla anlattikca anlatiyor, arada 25 yasinda oldugunu ogreniyorum. Cocuga bakiyorum 2-3 yaslarinda olmali. "Bok mu vardi 20 yasinda evlendin?" soru cumlesi geciyor aklimdan. Sonra dusunuyorum, o da bir kultur iste. 100 sene oncesinde bu toplumun butun kesimleri o sekilde simdi erken dedigimiz yasta evleniyor ve hemen coluk cocuga karisiyormus. Kadin nasilsa evde oturup cocuk bakacak ya, sorun yok. Lanet olasi herifler.

Birden kendimi frenledim. Yani bir kan verme kuyrugundaki insanlarin sozlerinden yapacagim cikarimlarla kendi kendimi yiyip bitirmesem de olur degil mi? Zaten akabinde kizin kocasi oldugunu tahmin ettigim genc bir adam (zapzayif tıfıl bir cocuk, normal tabii kizin tombikliginden hoslanmamasi) bir de gri pardesülü (ve turbanli tabii), muhtemelen oglanin annesi bir teyzemiz. Kiz hemen saygiyla annesine (ya da kayinvalidesine) yer verdi yorgundur diye ama kadin oturmadi; evin erkegi hadi gidelim moduna girince de carsafli teyzeye son 1-2 diyet tuyosu verip vedalasarak cocugunun elinden tutup yola koyuldu.

Bir de baktim ki 595lere gelmis tepedeki numara. İceri girip kapidaki bickin delikanlidan gelecek komutla kazagimin kolunu sivadigimi hayal ettim. Bir huzur dalgasi kapladi icimi. Evlensem, benim karim da cocugumuz dogduktan sonra yedigi mantilardan vazgecemeyip boyle rejim mejim ayaklarina yatsa ne guzel olur diye dusundum. Kapi gorevlisinin insanin heyecandan basini donduren o esmer sesi duyuldu. Minik, kararli adimlarla kapiya dogru ilerlemeye basladim...

Monday, March 22, 2010

Nukleere neden evet?

Ya ben universitedeydim, hatirliyorum, hemen her konuda anlastigim sol goruslu/cevrecimsi insanlarla bir turlu anlasamazdim bu nukleer enerji konusunda. Hatta cocugun tekiyle boyle kafa kafaya gelmistik neredeyse girisecektik de birimiz kalkti gitti, olay cikmadi. O gun de karsi olanlarin mantikli bir argumanlari yoktu, bugun de yok. Ne diyorlar, patlama yasanirmis Alien gibi cocuklar dogarmis. Merak etmesin kimse, kalkip da Veli Gocer'e ordurtmeyecekler duvarlarini tesisin. Deprem bolgesine de yapmayacaklar. Eh herhalde kahvedeki Ahmet Emmi'yi de gecirmezler basina dudaginda sigarasiyla. Baska ne diyorlar, iktidar partisinin adamlari toplayacakmis parsayi? Ya arkadas, nukleer olmazsa termik olur, o olmazsa zartik olur, yolunu bulacak olan oyle de bulur, boyle de. Senin var mi enerji uretimi ihtiyacin? Var. Bir sekilde tesis insa etmen gerekiyor mu? Gerekiyor. Birileri her halukarda para yiyecek mi? Yiyecek. Bu tantana nedir o zaman? Bir diger arguman da "Sinoplular'a soralim". Yahu neyi soruyoruz? Deccal'i mi dogurtuyoruz? Su ulkede deprem bolgesinde olmayan uc bes tane il var iste, oralara yapilacak mecburen. Bogaz Koprusu referanduma sunulsa kabul edilir miydi saniyorsunuz?

Dunya almis basini gitmis. ABD, Fransa, İngiltere gibi ulkelerde ta 1950'lerden itibaren yapimlarina baslanan nukleer enerji isinde biz gec kalmasina kaldik elbette ya, iste ben universiteyi bitireli 11 sene olacak neredeyse, hala ayni seyi tartisiyoruz. Kardesim, bu is madem cok tehlikeli, neden su ana dek level 7 duzeyinde bir tek sızıntı yasanmis? Ki o da malumumuz Cernobil, oradaki reaktorun de Sovyetler tarafindan guvenilmedigi icin kasten Ukrayna'ya insa edildigi soylenmistir hep. ABD'de 104, Fransa'da tam 59 (yaziyla elli dokuz) tane nukleer reaktor var arkadaslar. Biz senelerdir boktan linyiti (hani bi yalan vardir ya ilkogretimde, guya Turkiye kaynaklari kendi kendine yetecek nadir ulkelerden biriymis, iste enerji tab'ini dunyanin en kalitesiz, en verimsiz madeni linyit kaplıyordu herhalde) yakip enerji haline getirmek icin termik santrallarla guzelim memleketin icine sicarken dunya temiz temiz nukleerini kullanmis. Cernobil haric 1950'lerdeki birkac sızıntı disinda kayda deger bir kaza (hele insanlari korkuttuklari deyimle patlama) yasanmamis.

Yani iste gec bile kaldik da, ne yapalim yani? Sanki onumuzdeki 20-30 senenin enerji politikalarina yon verecek bir programimiz, o tur bir enerji politikamiz, yol haritamiz mi var? Hem, yetmedi mi artik bizi ruzgar enerjisi, gunes enerjisi diye uyuttuklari bizi bu Greenpeace'cilerin yahu? Yok siyanurle altin aranmaz, yok nukleere hayir. Yahu Fransa'da niye sokmedi bu halki korkutma cabalariniz? Fransiz, İspanyol, Alman ogle yemeginde radyasyonlu kapuska mi yiyor? Senelerdir halki anlamini bile bilmedikleri (korkunun sebebi de bu zaten) kelimelerle nukleer, siyanur diye diye ajite ettiniz. Bugun Bulgaristan'dan, Ermenistan'dan elektrik alir hale geldik, onumuzdeki 15 sene icinde elektrik uretimimizi ikiye katlamamiz icap ediyor. Kacagimizi da azaltalim, ama artik termik santral rezaletleriyle ugrasmasin bu ulke.

Su tartismalari bu kadar yogun yasayan bir bizizdir, bir de Yunanlilar. İki ulkenin de zaten birbirleri ve kendi iclerinde yasadiklari kavga dovusun sonuclari ortada. Onlar yardimla ayakta duruyor (ona ragmen patladilar), bizim zaten elle tutulur bir yanimiz yok. Haritaya bakin, bi onlarda bir de bizde yok zaten nukleer reaktor. (İtalya'da da yok, seneler once kapatmislar.)

Bu ulkenin insanlarinin yapmasi gereken sey, nerelerden fonlandigi belli olmayan, ajitasyon ustasi, sozde cevreci orgutlerin ortaokul seviyesindeki bagnaz propagandalarina kulagini tikamak ve santral(lar) bitip islemeye baslayinca o anki hukumetin enerji fiyatlarini dusurmesini talep etmek ve bu talebin arkasinda durmaktir. Kafalarini kolpaci Acun'un programlarini izlemekten kaldirabilirlerse elbette.

Wednesday, March 10, 2010

Looks like it's time to oil up!


Güneş yanığı kipkirmizi teni ve kara kıspetiyle yagli guresci Hakan efendi artik Street Fighter sahnelerinde! Yillar once atari salonlarinda oynarken bile "Su oyunda bir de Turk olsa tadindan yenmez" dedigimiz 2 boyutlu dondirik Street Fighter oyunu artik modern cagin PS3 uyarlamasi, Super Street Fighter IV'une donusmus de haberimiz yokmus. Her bolumde yeni karakterler ekliyorlarmis hikayeye, Hakan'ı da yeni oyunun son karakteri olarak tasarlamislar.

Dovuslerden once yaninda tasidigi ficidaki yagi kafasindan asagi boca eden Hakan, iri bir abimiz olmasindan dolayi diger tum iri karakterler gibi biraz agir hareket ediyor, ancak oyun sirasinda bastan dokunduğu yaglar sayesinde (ki bu esnada grab edilemiyormus) vucudunun kayganligini avantajina kullanarak kivrak manevralar yapabiliyor. Ozellikle 2 ulti'si, yani belli bir enerji dolunca uygulayabildigi ve basarili olmasi halinde karsi tarafin epeyce bir canini goturen ozel yetenekleri cok enteresan. Ki bir tanesinde rakibinin uzerine yatip onu bogar gibi bir seyler yaptıktan sonra yere paralel firlatip atiyor. Ayrica rakibini yagli kollari arasina alip havaya firlatma yetenegine de sahip. Bir de normal guresteki künde gibi rakibi kavrayip arkaya firlatan bir hareketi de var. Gonul ulti olarak soyle okkali bir Osmanli tokadi cakmasi ya da elense çekip rakibi yanina getirmesini isterdi tabii. Yagli guresi dunyaya taniticaz diye tırı vırı konusup killarini bile kıpırdatmayan Kultur Bakanları'na da bir ulti ceker umarim Hakan baba. Sirf su oyunla, yillardir yapilmadigi kadar cok tanitimi yapilacak yagli guresin.




Hakan sıkıca yakaladigi rakibini havaya firlatma hazirliginda




Hakan forumlarda oyuncular tarafindan bir "joke character" olarak nitelenmis. Bunun nedeni, hem sundugu temanin icindeki komiklikler (sozleri, ultilerinin sinematikleri, tipi) olsa gerek. Yine de bircok oyuncu karaktere bayildigini ve oyun cikinca kesinlikle kendisiyle oynayacaklarini iddia ediyor. Tabii ozellikle Amerikalilara yagli gures konsepti uzaktan cok hos geliyor, herkes bayilmis. Simdilik ciddi musabakalarda ne performans gosterecegi bilinemiyor, o yuzden temkinliler.
Hakan'in bir diger ozelligi de iyi bir aile babasi olmasi. Trailer'inda da gorulebilecegi uzere cok sevdigi bir esi ve 7-8 tane kizi (muhtemelen en kucugunun adi "Yeter" olmak uzere) var, zaten videoya da "I love my daughters, they're so pretttyyy!!" diye basliyor. Tam bir aile babasi yani. Ama kıspeti ustune gecirip yagi da kafadan asagi boca edince kralini tanimiyor. Yillarin sumocusu, agir abi Honda'nin karizmayi fena cizmis mesela videolardan birinde.

Goğsü boyunca uzanan zincirle mavi renkli saçımsı seyi cok anlayamadim. Kafadaki mavi zımbırtıyı once saclara yag bulasmasin diye bone takmis sandim, ki hala da saniyorum. Ama esas beni benden alan ayrinti, dikkatli bakildiginda goze carpan ip bıyığı oldu.


Muhtesem trailer'ını izlemeye doyamiyorum.



I say Turkish wrestling rules!!

Saturday, March 6, 2010

Kitap eleştirisi - Tanrı'nın Sol Eli


Paul Hoffman denen sahsin ilk fantastik romaniymis bu. Kendisini tanimam, acaba ben mi cok elestirel davraniyorum diye İngiliz ve Amerikalı elestiri sayfa/bloglarinda kitabi arattigimda, gereksiz bir bilgi olarak televizyon programcisi oldugunu ve bunun ilk fantastik kitap denemesi oldugunu ogrendim. (Maalesef bildigim dogru duzgun bir Turkce kitap elestiri sitesi yok, olanlar da fantastik kitaplara burun kiviriyordur muhtemelen)

Kitabin giris kismi cok ilgi cekici ; Kurtaricilar adi verilen fanatik dini/askeri birligin kontrolundeki zindanda kucuklukten beri asiri sıkı bir disiplinle yetistirilen erkek cocuklar, yillar boyunca bilinmez bir cephedeki askerlik rolune hazirlaniyorlar. Kahramanimiz "Chosen One" Cale, bir sekilde bu hapishaneden kacmasini basararak 3 arkadasiyla birlikte ticaret kenti Memphis'e variyor. Buradan sonrasi bir parca karisik; hikaye bir anda yavasliyor (ve beklenmedik anlarda asiri hizlaniyor), isin icine klise bir ask hikayesi ve tamamlanamamis bir dunya olusturma cabasi karisiyor. Tum kitap bir genclik romaninin basit, sade diyaloglari ile doluyken sonlardaki savas sahnesinde birden tarihi bir romanda bulunabilecek ciddiyette, detayli tasvirler basliyor (ki savasin sonuclanisi da bir garip, 50000 kisilik son derece tecrubeli oldugu soylenen bir ordu arkadakilerin itmesi nedeniyle 5000 kisilik bir orduya yeniliyor).

Dunya kurgusunda Norvecliler, Polonya gibi ulkelerden soz ediliyor, dolayisiyla kitap o anlamda bilimkurguya kaymis denebilir. Ama bir bilim kurgu romaninin derinliginden maalesef yoksun. Zaten bir uclemenin parcasi oldugunu daha yarisinda anliyorsunuz; hikaye o kadar yavasliyor ki kalan sayfalarin hikayeyi bitirmeye yetmeyecegi ortada. Cografi tasvirler, mesafe anlatimlari oldukça yetersiz kalmis. Bazi ayrintilarin ise (Cale'in zindandan kacmadan cebine attigi nesne gibi) akibeti belirsiz; belki de serinin diger kitaplarinda aydinlanacaktir.

Kitabin bir baska ozelligi de daha cikmadan "yilin kitabi", "bu yila damgasini vuracak" gibi yaftalarla etiketlenmis olmasi. Sahsen ben bir damga goremedim 350 sayfa boyunca. Bir yandan da Kayip Gul faciasini hatirladim. İyi bir halkla iliskiler ekibiniz varsa, kitabiniz cok iyi olmasa da satiyor.

Sonuc olarak, genclik romani mi yetiskinlere de hitap ediyor mu, kendisi de karar verememis, derinlik yoksunu bir kitap karsimizdaki. Ama dili ve diyaloglari cok basit oldugu icin insan bir sekilde elinden birakamiyor. Umarim uclemenin devami daha havadar, daha bir renkli yol izler de keyfimiz yerine gelir.

Thursday, February 25, 2010

Pislik icindeler..

Dun taksiyle eve geliyorum. Standart Sagmalcilar, oradan da Zeynep Kamil, Kosuyolu, Acibadem rotasi. Burhan Felek Lisesi dagilmis tam biz gecerken, taksiciyle bi baktik liseliler heyecanli heyecanli ustumuze geliyor. Taksici de binerken cok bakmamistim ama ben yaslarda gozukuyor, iste sana super malzeme dedim hemen actim konuyu. -Ya bu liselere kravat ceket zorunlulugu kaldirdilar mi yahu? (En az 10 taksiciyle bu sekilde bile bile essek olarak muhabbet acmisligim vardir, muazzam kaynak) -Eee, tabii abi, dedi efendi bir sesle, -baksana pislik icindeler. Hmm diye zaman kazanip goz gezdirdim cocuklarin ustunde. Yani saclar baslar dagilmis filan ama pislik icinde bisi goremedim. Karar verdim, mutlaka kasiycam bunun altini ama once bir ortak ground set edelim di mi abiyle, sonra fuzeleri gondeririz. -Yaa biz ne cektik zamaninda o kravat denen illetten, 16 yasinda cocuga kravat ceket mi giydirilir allah askina? diye bi yokladim. -Valla abi, dedi bizimki, -o zamanlar bir duzen, intizam vardi ya, bi saygi sevgi vardi bizde. OooOo, baba agir dolu belli, kardes o kadar da yasli degil ama goren fes giyilen zamandan soz edecek sanir.

Ya evet de, dedim, -iyi olmus be abi, bizim cektiklerimizi cekmiyolar iste, -bosversene abi dedi eleman, -pislik icindeler sunlara baksana...Yine bi baktim etrafa, valla bana her sey normal geldi (etek giyen kiz olmamasi haric) ama herif belli ki 2-3 cumlede bir tekrarliycak bunu, hadi bakalim dedim. -Neleri pislik icinde yahu, ben goremiyorum? diye attim bombayi. Tabii adamin yuz ifadesini gorememek cok feci, ama bir o kadar da keyifli, kimbilir ne muazzam bi muhabbet olacak diye kendi kendime coktan cosmaya baslamistim bile. Eleman lafi carpti adeta, sonradan fark ettim ki hizli cevap verme sebebi, tam onumuzdeki grubu isaret ederek sozlerine yapacagi vurguyu kacirmamakmis, tam yanlarindan gecerken -baksana sunlara yaa, dedi, eh ben de baktim, 3 tane paltolu kiz sokagin biraz da ortasina dogru durmuslar. Anormal bi durum yok yani. -Nedir baba? dedim, abi zaten sormasam da soze devam edecekti sanirim, -su kizlara baksana, boyle ortalikta kakara kikiri, sigara iciyorlar filan diye bisiler geveledi, o hincla cumlenin sonunu da getiremedi ama ben malzemeyi kapmisim bir kere. -Ne oluyor sigara icince? dedim, ama ses tonum o kadar masum, o kadar "alti yasinda bir cocukmusum gibi anlat, ben aptalim" modunda ki o an. Sofor kardes herhalde aklinca o gun ettigi en beylik lafi patlatti bunun uzerine: -Kiz dedigin sokakta sigara icer mi yaa?

O an beynimde cok ama cok hizli bir hesaplama yaptim (hatta yan gozle adama donup ekstra data icin hafifce baktigimi da itiraf etmeliyim), herifi kaşıyıp sinirlendirecegim, orasi kesin de, dozaji ne olmali, levye cikarip beni dover mi, ben kendimi kaybedip "yarin sabah anan versin bana dersi" moduna girer miyim, tum bunlari attim kazana soyle bir karistirdim, elamanın naif gorunumu ve sakalsiz biyiksiz temiz suratini da goz onune alip ortalamanın hafifce ustunde bi kaşıma operasyonunda karar kildim. Zaten acilis cumleleri hemen tum opsiyonlarda ayni olacakti, dolayisiyla cok da dusunmedim agzimi acarken. -Ne olur ki icse? Erkekler iciyor ya.

Saniyorum hesap yapma sirasi sofor kardesimize gecmisti o an. Bilmiyordum tabii ne tur bir sinaptik sistemi vardir kendisinin, aksonlari bagnazlik denen pasla kaplanmissa filan nasil iletiyordur bilgileri beynine, umurumda da degildi acikcasi. Birkac cumle otesini hesapliyordum o saliseler boyunca. Bu tur kadinla erkegi birbirine denk goren tumceler duymaya dimağı alismadigi icin yanlis duydugunu sanmis da olabilir, cunku hususi olarak 2-3 cumle boyunca konuyu uzatarak benden ayni tepkiyi almayi bekledi. Ve aldi da. En sonunda beynine iyice kazinsin diye -Yani kadinlar sokakta sigara icmemeli mi, bunu mu soyluyorsun? dedim. Tepkisel oldu yaniti elbette, - E tabii abi, kadinla erkek bir mi?

-Hayır, degil, misal senin gibi amcik hosaflarindan otuz tane bir araya getirsem su liseli kizlardan bir tane etmezsiniz, olurdu cevabim eger kavga ariyor olsaydim. Ama yok kafaya koydum, hafifce terletip birakicam bu hödüğü, oyle hemen sopaya sarilma yok. İyice essek rolune burunerek, -Bir tabii, ne farklari var? diye sordum. Herif 1-2 karsilikli ayni yerde saydigimiz iddialasmanin sonunda sanirim ya olaganustu bir aydinlanma yasayarak benim onu eve kadar boyle oynatacagimi kavradi, ya da kendi kendinden ve soylediklerinden utandi (yeaaahhh!!) , zira 1-2 saniyelik kisa bir bekleyisten sonra son derece sakin bir sesle cumlenin sonuna nokta koyarak geldi cevabi -Eee, herkesin bakis acisi farkli tabii. Tartisma alevlensin, hafifce sesler yukselsin diye bekleyen ben dumurun onde gideniydim o an. Adam resmen birden baska bir kimlige burunup tartismayi sona erdirmisti yaa.

Yaklasik 25 saniye kadar konusmadik. Sonra herif siradan ve kisisel sorular sormaya basladi bana ve garip bir sekilde her sorduguna mulayimce cevaplar verip, aramizda sakalasmaya bile basladigimizi fark ettim. 1-2 Amerika, kapitalizm, bu yollar yapilacak ki gavurlar araba satsin bize kazik fiyattan yemi attim onune ama baktim ki baba yutmuyor. O an anladim ki aksonlari gercekten paslanmis, sinirleri cekilmis bir sahsiyet kendisi.

Eleman dogma buyume İstanbulluymus, ama bu sehirden o kadar sıkılmıs ki cekip gidecekmis tasraya. -Gidecek koyum yok ya diye dertlendi, haniminin (niye eşim demezler de hanimim derler, o da ilginc di mi) koyu varmis ama sarmiyormus bunu. -Kucuk cocugum var, bu sehirde buyumesini istemem, gibi beni benden alan laflar etti. Ev arkadasi almanin zorluklarindan, hele de titizsen ve pis bir ev arkadasin varsa bunun ne sıkıntılı bir is oldugundan, zamaninda super yemekler ve harika temizlikler yaptigindan filan soz etti (Tabii evlenince o sokakta sigara icemeyen kadinin sirtina kaktirdi hepsini). Ben oyle kaldim, agzim acik dinliyorum. Muhabbet daha da uzar; Freud, kozmos, Kanada'daki fok katliami, İsmail YK, Fenerbahce, Paris Hilton gibi benim cok da malumatim olmayan konulara da gelirdi aslinda ya, eve varmistik artik. Babaya cok hafif bir bahsis de vererek ugurladim kendisini.

Arabadan inip eve dogru ilerledigim o huzunlu anlar boyunca, taksici denen fenomeni kavrayabilmek icin henuz hala cok tecrubesiz oldugumu dusunuyordum.

Tuesday, February 23, 2010

Bayildigim insanlar - Billie Piper


Oncelikle sunu belirteyim ki, kendisine bayilma nedenim soyadindan ibaret (Yalan). Rose mu Bella mı deseler, soyle bir dusunur Bella derim herhalde. Doctor Who Billie Piper'ın yildizinin parladigi dizi olabilir (15-16 yaslarindayken sarkiciymis, hastasiyiz yahu) ama esas cikisini Secret Diary of a Call Girl'le yaptigi kesin.

Peki niye bayiliyoruz kendisine? Cunku bu 5 ayak 5 inçlik ufak tefek sahsiyet, Amerikan dizilerindeki karakter ezberlerini bozduran kisilerdendir (En azindan benim icin oyle). Basrolu mutlaka bir Barbie ve Ken'in oynadigi, zencilerin,sismanlarin,kisaca "oteki"lerin yan rollerden oteye gecemedikleri dizilerden, filmlerden biktik artik. Billie Piper her ne kadar tam bir oteki sayilmasa da, insanin icine kızcagiz dis teline ihtiyac duyuyormus gibi bir his veren kocaman agzi ve disleri (yine de tebessumu icimizi eritiyor, o ayri), koyu ela-kahverengi gozleri, kopkoyu kalin kaslari, kocaman poposu ve kalin bacaklari ile standart film yildizlarindan uzak bir goruntu ciziyor (Muazzam İngiliz aksanindan soz etmiyorum bile). Su zorlama sarisinliktan bir kurtulsa tam super olacak ama napalim. Gercek saciyla cok daha guzel gorundugu bariz ortada.
Tabii bu isin dis gorunus kismi. Dr. Who'nun yalnizca ilk sezonunu izledim acikcasi, hem de yillar once; ozellikle Charles Dickens'lı hayaletli bolumu cok begenmistim, hatirliyorum. Ama sonra fazla absürdlesti, isin icine garip gurup robotlar girdi ve cocuk filmine donustu sanki dizi. Velhasil, devamini izlemedim ama Billie'nin carpici oyunculugu aklimda yer etmis. Secret Diary'de ise roluyle oylesine butunlesmis ki kendisine bayiliyor, baygin baygin ic geciriyorsunuz (İngiliz aksaninin muazzamligindan soz etmis miydim?).

Gectigimiz yil anne de olmus. Iyi de olmus.

Birkac yil sonra soyle Wonderwoman gibi fantastik bir tiplemeyi oynarken gorursem sasirmam.


Bayiliyoruz kendisine.

Saturday, February 20, 2010

Reigning pain


Cektigimiz acilari neden hatirlamiyoruz? Ismen hatirliyoruz belki, ya da kivranislarimiz seklen aklimizda yer ediyor; ama yan yana dizili birkac aci icinde o aciyi tekrar taniyabilir, "aha buydu" diyebilir miyiz? Acilar, acili anlar, ardindan gelen normale donus ve hatta iyilesme sureci sirasinda ne kadar kolay cikiyor aklimizdan. 19. yuzyilda yasamis unlu bir Ingiliz yazari, kadinlarin cocuk dogurma eziyetine tekrar tekrar katlanmayi (o tarihlerde nasilsa yarisi ölür diye 8-10 cocuk yapiliyordu tabii) itirazsiz bir sekilde kabul etmelerinin altinda yatan gerekce olarak insan beyninin acilara dair fotograf cekip saklamayisini gostermis. Yani beyefendi demek istiyor ki, o anlari kadinlara bir daha yasatsalar hicbiri ikinci bir hamilelik isine girismek istemez.

Bunun endokrinolojik bir nedeni mi var, yoksa evrimsel bir surec mi, merak ediyorum. Yaralarin kapanip organlarin hayatlarina devam etmeleri gibi sinir uclarimiz ve beynimiz de acilari depolamamaya mi programli acaba?

Halbuki guzellik anlayisiniza uyan bir yemegin tadini, latif bir kahvenin damaginizda biraktigi lezzeti unutabilir misiniz? Aradan kirk yil gecse, kisinin algi ve duyulari korelse de o tatlar yerlerinde kalir. "O daha guzeldi" deriz hep, ya da "bilmemne kadar lezzetli degil bu". Kasigin catalin ayrintisini, solgun gunes isiklarinin efendim neymis beyaz porselenlerin uzerinden uzayin derinliklerindeki bir yildiz gibi parildayislarini falan hic unutmayiz.

Toplumun, evrimin ve basit gundelik kurallarin tabagimiza "iyi" diye sunduklari bu olaylari, cektigimiz acilardan daha ozel kilan sey nedir, anlamiyorum. Insanoglu varolusu boyunca hayatin karanlik (karanlik falan degil aslinda; duzen, evlatlarini korkutabilmek icin karanlik diye adlandirmis onu) anlarindan urkmus, hastalik, aci ve hatta ölüm, birer parcasi degilmis gibi yon vermis hayatina. Filmlerde kahramanlar uretilmis acidan, olmekten korkmayan; sanki o sınıfa dahil edilen seyleri kabullenmek, icsellestirmek, yalnizca insanustu kahramanlarin yapabilecegi bir seymis gibi mesajlar verilmis.

Ben sahsen aci cekmekten zevk almiyorum. Ama hastayken ya da aciliyken de insanligimin doruk noktalarina cikiyor, varolus dugumume bir ilmek daha atildigini hissediyorum. Hem de boktan bir mezuniyet torenine ya da bir arkadas toplantisinda yenen "lezzetli" bir pastaya gore cok daha anlamli, cok daha kuvvetli, cozulmez bir ilmek. Merakimin nedeni budur.

Saturday, February 13, 2010

Her gece



1995 baslari. Igrenc OYS senesi. 3 senenin fizik kimya biyoloji konularini son 1 seneye sikistirmak zorunda kalan zavalli dimagim; haftada 5 gun okul, 4 gun ozel ders, 2 gun dershane, art arda yasanan iki umutsuz ask ve 18 yasimin cilgin atislari arasinda kalmis bocaliyor. Geceleri test cozerken uykusuzluktan basim boynuma dogru devrilirdi, hic unutmam. Bir bes dakika oylece bekleyip gucumu toplar, kucagimdaki kagit yiginlarina gomulurdum yeniden. Korpecik zihnim bilim, bilimkurgu, insanlik, kozmos, aşk, cinsellik gibi dünyevi ve uhrevi mevzulari mecburen teget gecip sonraki baharlara saklamak zorunda kalmisti tabii.

Iste oyle bir cuma gununun gecesiydi sanirim. Yatmadan once bir sigara tellendirip televizyona soyle bir bakayim dememle gormustum o "şey"i. Muzik vardi arkada, onde de goruntu. Ama goruntu baya film gibiydi, sarkici yolda yuruyordu kosuyordu filan. MTV sayesinde "video klip" denen seyden bihaber degildim ama yine de tuhaf tuhaf bakmistim ekrana; ki zaten o zaman mantar gibi tureyen butun kanallarda yarim saatte bir caliniyordu sarki; duzenli televizyon izlemeyen ben bile yakalamistim ciktigi gece Mirkelam'ı.

Velhasil, izliyorum klibi filan. Yanik sesli bir arkadas yari arabesk yari rock tarzinda (o zaman muzik filan da yapiyoruz ya, kabugum sert rock'ın oyle boktan muziklerle karistirilmasina karsi), eh dedim peki dinleyelim bari, lan sarki bi guzel oldu; baktim biyikli kemancinin tebessum ettigi yerlerde benim de agzimin kenarina bir gulucuk konuveriyor. Ama esas bombayi arkada "Var mi benden krali" der gibi bir havayla gitarini tingirdatan basci kizi gordugumde yemistim kafaya. O zamanlar Steve Harris'i, Tom Araya'yi filan hazmetmeye calisiyoruz tabii, bunye zaten zorlanmis yeterince; (Cliff Burton'u ismen biliyordum ama henuz yeterince olgun olmadigimin da farkindaydim onu anlamaya calismaya baslamak için, nitekim hala da kavradigimi soyleyemem ustadi tam anlamiyla) bir de ustune icinde davulda İskender Paydas ile bas gitardaki isimsiz, hos bir kizcagiz (acaba Volvox'un bascisi olan kiz miydi diye de dusunmusumdur sonradan) barindiran bu klip denen sey gelince epeyce zorlanmistim o gece. Universitede muzik yaparsam eger, kesin kiz bir basci istedigime karar vererek dalmis olmaliyim uykuya. (Smashing Pumpkins vardi herhalde o zamanlar ama ben henuz tanimiyordum kendilerini)

Ertesi gun dershanede herkes klipten soz ediyordu. Eh tabii, bugunku gibi her sacini mohikan usulu kestiren genc klip cikarmiyordu o zamanlar. Dunyaya aciliyorduk ya iste. Onemli bir olaydi. Yanimda oturan Cigdem'in "izledin mi, ne guzeldi di mi, ehe ehe" diye kikirdedigini hatirliyorum.

Sevmistim Mirkelam'i. Her sey bir yana, aniden karsima cikarak bir gecelik de olsa kac fizik neti yaparim gibi sacma sapan seyler dusunmeden yataga girmemi sagladigi icin. Sonra ne oldu, ne yapti bilmiyorum. Berdus oldu cikti herhalde. Yakisir da.

Monday, February 8, 2010

There is no try



Duzenli olarak İngilizce yazmaktan vazgectim. Sonucta aklima geleni yazmayi planladigim bir yer burasi ve ne kadar iyi bilirseniz bilin, yabanci bir dilde bir metin yazarken tedirginlesip odagi metinden dile kayabiliyor insanin. Politik, sanatsal vs. konularda birilerine hitaben bir seyler yazmayi planliyor olsaydim ne ala, ama ben, aklima geleni aklima geldigi an aklima geldigi dilde yazmak istiyorum; dolayisiyla arada bir yazabilirim de İngilizce ama not necessarily yani.

Bu aralar Drood adli kitabimi ve Afrika denen su web-based oyunun cevirilerini bitirdim. Hastalik belimi hafifce kirmis olsa da (asiri yorgunum) kendime cok acimadan calisiyorum. Simdi elimde 1-2 metin daha var, sonrasına yeni bir seyler daha cikmis olur herhalde.

Karanlik bir sayfada beyaz noktalar iste...

Kitap Eleştirisi - Ankara'da Soğuk Gece


Elflerle orklar yokmus Ankara'da Soguk Gece adlı romanda. Keske olsaymis yahu dediginiz anlar oluyor. Sanki farkli farkli kisiler yazmis gibi bolum bolum, bazen ne oluyor ne anlatiliyor hic anlayamıyorsunuz; iyi karistirilmamis bir corba cikmis ortaya sonucta.

Halbuki muazzam bir baslangici var kitabin; guzel bir karakter tasviri, masaustu frp oyunundan tureyen buyuler, hisler, karakterlerin hissettikleri degisimler; tamam! demistim, benim hep yazmak istedigim kitap bu iste, bravo yazara! Derken kitap fantastik bir romandan bilimkurguya temas ediyor hafifçe (Rewerdrom olaylarina ilk deginildiginde -bu arada niye Reverdrom degil de Rewerdrom, anlamis degilim), yine bir cıvıltı yayıldı icime, vayy dedim hafif sci fi deginmeler de var; ama bir yandan da yazarin tasvirlerindeki gereksiz zorlamalar, vermeye calistigi tuhaf politik ve toplumsal mesajlar canimi sıkmıyor degildi. Ama bu kadar cesur baslayan bir kitabin tum kusurlarini affetmeye de hazirdim. Taa ki, kitabin ikinci kismina kadar.

Fantastik-bilimkurgu baslayan kitabimiz bir anda sıradan bir Osman Aysu (ustadin cok iyi romanlari vardir, yanlis anlasilma olmasin) polisiyesine donusuveriyor ikinci yarisinda. Birden ortaya cikan ve aralarinda hicbir baglanti kuramadigimiz tuhaf karakterler, guc pesinde kosan gizli orgutler, dunyayi yonetme ve kehanet kliseleri, gercekten de romanin ikinci yarisini "bitse de gitsek" havasina sokmus. Buna bir de olan biteni, iki kisi arasinda (Berna ile Patron) gecen ve bitmek bilmeyen sohbetler aracılıgıyla anlama zorunlulugumuz eklenince, isler cigrindan cikiyor ve hikayenin esas arka planda yatan kurgusunu neredeyse hic kavrayamadan bitiriyorsunuz kitabi. Sonlara dogru hafif bir horror'umsu bir müze sahnesi var ama o da cok silik kaliyor.

Buna bir de cok olmasa bile (hic olmamasi gereken) cumle dusuklukleri, gereksiz ve yanlis kullanilan noktalama isaretleri ve bolum baslarindaki zorlama vecizeler eklendiginde kitabin bir editor elinden gecmedigini dusunuyor insan. Ya da bazi yerlerin aceleyle gecistirildiklerini.

Yine de bu bir ilk romandir. Korkut Aldemir'i en azindan kitabin ilk yarisindan dolayi tebrik ediyorum. Bana kalirsa polisiye islerini bosverip fantazya tarafina daha yogun egilirse ileride cok basarili kitaplar yazabilir.

Thursday, February 4, 2010

Bol Mardin'li ruyalar

Biraz once cok tuhaf bir ruyayla uyandim. Ben ve kimligi/adi/sani belirsiz bir kiz Mardin'e gitmeye karar veriyoruz. Ben sehri alliyor pulluyorum, iste cok guzel zupper bir yer filan. Sonra havaalanina iniyoruz ve minibus gibi bir seye biniyoruz sehre gitmek icin, ama sehir bir turlu gelmek bilmiyor. Zaten araca biner binmez bir gol cekiyor dikkatimi, masmavi sulariyla adeta denizin icinden kesilip cikarilmis bir parca gibi adeta. Bu arada minibus o kadar dolambacli yollardan gitmeye basliyor ki saskina donuyorum.

Dayanamayip soruyorum sofore: "Hocam bu gölün adi ne?" Bu sırada cok dik bir yokustan gol seviyesine inmeye basliyoruz ama sanki biraz suratlensek suya cakilacagiz, o kadar dik bir yol. Herif de gazlamis gidiyor, sanki tarlada gibi. "İğdir Gölü kardeş," diye geliyor ceveap. O ne yaa, oluyorum, bildigim kadariyla oyle bir gol filan yok Mardin'de. Neyse, gole paralel ilerlemeye basliyoruz; boyle su kanali gibi yerlere donusuyor gol, ince kopruler geciyor suyun ve kanallarin uzerinden ve ileride yeniden yuvarlaklasip genisliyor gol. Ama biz o tarafa gitmeyip sola, yokus yukari sapıyoruz. Bu kez ayni diklikte bir yokusu yukari cikmamiz gerek (Bu tur bir yokusta saplanip kalmak cocuklugumdan beri kabusum, gene araya sıkıştırmış kendini) veee elbette son birkac metrede gurleyip aksirip tiksirip kaliyor minibus. Korku dolu tepkiler verdigimi hatirliyorum. Neyse 2-3 denemeden sonra sofor basariyla yokusu cikiyor ama benim mide, bagirsaklar filan hepsi birbirine gecmis durumda.

Neyse ki sehir cok yakinda ve merkeze yakin bir kilisenin kiyisinda iniverip(aa kiz hala yanimdaymis), kiliseye giriyoruz. Kilise ince uzun bir dikdörtgen formatinda ve uzun bacak boyunca sonuna dek ilerliyoruz. Etraf simsiyah kiyafetli, bazilari sakalli rahiplerle dolu. Rahiplerin bel, yaka ve kafalarinda beyaz birer serit var. Birden cok tuhaf bir sey daha oluyor. Benim ustumde de ayni onlarinki gibi beyaz seritli bir cubbe peydahlaniyor, ama benimkisinin ana rengi siyah degil turuncu. Kilisenin sonuna ulastigimizda tum gozler uzerimde tabii. Sunak, mihrap turu bir sey de yok meydanda, kilise degil mi acaba burasi yahu? Neyse, oturuyoruz. Herifler mırın kırın edip sıkıştırmaya basliyorlar beni, nerenin rahibisiniz vs. gibi sorularla. Sol tarafta bir pano goruyorum, su derneklerde filan olur ya, ilan asarlar, iste ondan. Kiyafetler olmasa kiliseden cok kapali modern mahalle kahvesi diyecegim yani.

Heriflere pek yuz vermiyorum, uzerimdeki bu boktan cubbeden kurtulmak icin can atiyorum; birileri bizi arkada bir odaya goturuyor (aaaa kiz hala yanimda) ama uzerimi degismiyorum, onun yerine panoya donuyorum. Kara cubbeliler gitmis, kisa boylu tombik bir kiz var orada. Benim elimde de birtakim kagitlar var, panoya asicam ya da yapistiricam onlari ama ustlerinde ne yaziyor, ne amacla hazirlanmislar hicbir fikrim yok. Kiz yanima geliyor, nedense yabanci saniyor beni ve yabanci bir dilde konusmaya basliyoruz. Yoksa siz Turk musunuz, aksaninizdan anlar gibiyim diyor, hee gulüm ben turkum diyorum gulerek ve panodaki haritada Kutahya'yı buluyorum, ama aradigim yer aslinda Afyon ve haritanin disinda kaliyor. Ama el yordamiyla aha suradadir herhalde diye biraz guneye iniyorum ve elimdeki minik kagidi igneliyorum panoya. Kizin minik ve tombul elleri de nedense bana yardimci olma ihtiyaciyla pano uzerindeler simdi. Bu yakin ilgiden cok sıkılıp ayakkabilarimi savuruyorum ve sokaga cikiyorum (panonun oldugu kisimdaki kapidan)

Cikar cikmaz beni Arnavut kaldirimli, asagi egimli bir yokus karsiliyor. Ciplak adimlarimi, ayaklarim kaldirim taslarinin tam uzerlerine gelecek, aralardaki o can sıkıcı bosluklara girmeyecek sekilde atiyorum. Harika geliyor. Yokus asagi iniyorum kaygisizca...

Sunday, January 24, 2010

The real infection

Kurallar neden var?

Denildigi gibi kirilmak icin mi yoksa bizleri kaliplara sokup susturmak icin mi?

Neden benden her talep edilen konuda bir fikrim olmak zorunda? Ya o an tek istedigim sey bos bos oturup dolaptaki puding artiklarini kasiklamaktan ibaretse ne olacak?

Neden surekli -neye karsi oldugunu bilmeden- savasmak ve basladigim noktaya donmek zorundaymisim ki?

Hic de degilim.

Toplumun bana ozgurlugum karsiliginde onerdigi sey nedir? Apoletler, onaylar bakislar, milyonlarca insanin omuz omuza tasidiklari o anlamsiz yuku sirtlamaya birinin daha katilmis olmasinin dudaklarda yarattigi o ince, anlamli tebessum? Gercekten de, ne oluyor "istedikleri gibi" biri oldugumuzda? Her sabah bir hapishanede uyanmayi kabullenmenin bedeli, yilda bir kez yapilacak olan anlamsiz deniz kenari tatilleri, muhtemel bir trophy wife ve hayatimizin en buyuk amacinin bir gun Amerika'yi gormek olmasi midir?

Bana -ve herkese- onerilen, don bicilen hayat umurumda bile degil. Bir daha bir daha sorulan sorular, anlamsiz bir zaman ve yas skalasina endekslenen hareketler, 20-30 IQ'ya hitap eden medya araclariyla yapilan anlamsiz zorlamalarin hicbiri zerre kadar umurumda degil. "Acil durumda cami kiriniz" yaziyordu otobusteki o kirmizi, tozlu kutunun uzerinde. Ben cami coktan kirdim da otobusun cami kutudan cikan curuk baltayla kirilmayacak kadar saglam.

Gercek enfeksiyon toplumun ve kurallarinin ta kendisidir.

Ve kurallarin yikilmasi ihtimali en cok kimleri telaslandirir, biliyor musunuz?

Gardiyanlari.

Saturday, January 23, 2010

Meddling in food affairs

You know those sophisticated restaurants with fancy (mostly they add some syllables to certain food words so it sounds more 'French' you know) names where you got a full list of odd meals that you have no idea of and no chance of visual sight of the meal; and the too gentle waitress stands upon you and demands that you choose one of them. I feel like in a casino when I'm choosing what to eat at those places, cuz 90% of the time the food they bring is either so big and full of junk that you can't -won't- eat (which is the better option) or some sort of freak show you don't even wanna touch with your fork.

Anyway, yesterday I ordered something real simple -Mediterranean Sandwich- well, what do you expect? Lots of cheese, tomatoes, green things stuffed in a big envelope of a bread, eh? Well, let me tell you the sight of the food they brought: The first thing that caught my attention was the huge cheese layer covering half of the plate and the other half was full of needle-sized potato chips. Hmm, I wondered to myself, is this my sandwich or what? Then I realized, under that fried cheese layer there's two slices of very thin tomato and real thin wheat-bread. But the cheese is melted and spread everywhere so I had to eat with with knife and fork and the potatoes are ever-innocently looking at me, delivering the message that this "thing" cannot be anything related to any part of the Mediterranean.

My theory was confirmed one more time. Either let the waiter explain and visualize the food with details or eat something you have already eaten and liked.

Maybe if they had Sprite, I could take it easier, but settling with 7-Up, man that was the final blow for me. No more Mediterranean Sandwich (my butt) for me.


(This is actually something you expect when you hear the word Mediterranean)

Tuesday, January 12, 2010

Journey to Neverland (Part 1)

I've been sick for 2 weeks now. First I thought my fever was due to standard flu which has been circling among people during the months of winter. So I started Antibiotix treatment which didn't work out. Since it was obvious that my condition had nothing to do with flu, I went to an Infection Specialist and she gave me another brand of Antibiotix with the suspicion of an unkown Blood Infection causing my fever and trembling attacks.

One of those days I've visited the hospital frequently, probably a week or before from now (a lot happened afterwards), I was just lying in bed and thinking where exactly this infection was located; since my knees hurt like hell during those days, my first guess was the knees. I slowly drifted off into the arms of sleep.

When I wake up, there is a deep humming at the back of my head. Oh shit, I say to myself, the infection must be in my brain and now it started to make noises, I'm completely doomed. I suddenly stand up with these horrible and fearful thoughts in my mind. Then I realize I really could stand up in a second; my knees are not hurting no more and I'm not in my bed. I am actually standing on a tannish-pink surface. The ground isn't very solid, I realize my feet leave their soft marks on it as I walk on, but a few seconds later they disappear. I realize I have white pj's on.

I am actually on a ridge overlooking the area. Right a few meters beneath me, there's a vast, plain area going on till the borders of my sight. Similar ridges catch my eye on various distances and directions. The ceiling I can see, but it is covered with different looking objects; vertical thin and black lines which look like they're protruding up the ceiling as well cover the whole ceiling. between them, in forms of light pink and orange, there are various objects moving. In fact, the whole area looks like it's moving somehow but the pace is different at different corners.

The silent humming still goes on. I lean on the ridge and try to see what's on the flat area. First thing I notice is the big dark green tubes, making spirals and wrapping anything and everything and it's like they're going on forever. There is something moving in them constantly, and some of them (the ones far from me) have a yellowish glow on them. I think I see some steam going up from those far tubes as well. Anyway, the whole area is full of entangling and swirling tubes; so I decide to follow one of the biggest ones to see where they lead and what's going on really in here. I don't really feel the need to ask myself questions like where I am or what I'm doing here. It all feels so natural. I hop down the ridge (it's only a few meters high) and walk to the widest tube I see around. When I'm a few meters close, I feel it throbbing inside. Looks like some sort of liquid is flowing through, I dare not touch the surface, but only for a moment; I think I see faces inside the tube. Red, urgent faces flowing with star speed. I feel dizzy only by looking at them. Since I don't wanna doze off one more time, I turn my face off and follow the tube.

To be continued

Sunday, January 3, 2010

Fancy in Antibiotics


Time to wake up...My head is buzzing. It's like I got fiery rivers flowing recklessly between my limbs and damaging wherever they touch.

Queer noises coming from my stomach area. I feel so weak all over. My knees cannot hold my saggy body, nor my long-lost-in-darkness soul no more. This new type of stinging pain allows me to meet joints that I never thought I had.

I try to think of stars, green fields, you know; positive stuff. But there's always that shadow on the corner of my vision. Doesn't hurt me (yet) but I know it's always been there, and now that I'm in a more fragile situation, it makes itself more visible. And I know. I just know...

I can feel the drugs's lonely journey through my veins, trying to envelope my sick cells and terminate them if necessary. In my blurred mind, I do ache. There's no consolation. Am I dreaming already? Are these people real? Or is it my bruised ego only?

Now I feel the rivers flowing mercilessly once more. Where is the next victim, I wonder to myself. I know tomorrow I'll be waking up and that part of my body will be in terrible pain. My whole body is wet with perspiration, that I can feel. Strange noises now extend up to my chest and lungs. No! Don't come near my heart. Don...

I wake up with a big pain in my chest. There's your new victim. I do realize though, that the dreams under the influence of drugs are more colorful, more visual, they're more "there". My thoughts drift to the main character of my latest book and his opium dreams in London Undercity's opium dens. I flash a mischievous smile to the invisible shadow on the corner of my vision...

(Illustration: Dan Dos Santos)

Friday, January 1, 2010

Series review - Misfits (7)



This 6 episode British Science Fiction series drew my attention lately. Luckily I found it when it was still being serialised. I liked the plot, characters (a lot) and most importantly the message at the end about how are all human beings and we got the right to screw up rather than confining ourselves to ancient concepts like virginity, proper clothing and other aspects of being a conservative society.

The plot is simple but interesting: 5 screwed up youth meet at a community center and start to wait for their probation worker; a monumental electrical storm happens and all of them (except one) gain different super powers. And the storyline starts to unfold.

My personal favorite character is Simon (Iwan Rheon -the guy on the very right in the picture), I like his voice, gestures and semi-sociopath manners a lot. Nathan (Robert Sheehan)'s acting is superb as well and the guy is so cute you just want him to be on every scene with his lovely Irish accent.

Can't wait for the 2. season.