Thursday, June 24, 2010

"Still" alive, my friend of misery?


These times are sent to try men's souls
But something's wrong with all you see
You, you'll take it on all yourself
Remember, misery loves company.


Lisedeki grubumla caldigimiz cover sarkilarin icinde en etkilendigim dortluklerden biriydi bu. 15 sene önceki yorumumla simdiki birbirinden o kadar farklı ki; ama zaten bir metni mukemmel kılan sey de bu degil mi? Her daim dusunup icinde kendinizden bir seyler bulmanızı, derinliklere dalıp gitmenizi saglıyorsa tamamdir.

6 aydir duzenli bir sekilde ziyaret etmekte olduğum Romatolog'umun (bayılıyorum bu kelimeye ve telaffuzuna) telefonu, bugunku randevumuzda bir anda yukarıdaki sarkinin (http://www.youtube.com/watch?v=_98Gyg1er-k) acılısındaki bas gitar girişiyle çalmaya basladıgında hangi dumurları yasayıp ne tur derinliklere daldigimi ise kim bilebilir acaba? Hayatımda geçirdiğim en önemli hastalık olmasına rağmen (ki bugün ilac almayı da resmen bırakmış bulunuyorum, yani muhtemel bir tekrarlamaya dek 6 aylık bu tuhaf Still sendromu macerasını bitirdim denebilir) adamla hiç samimi degiliz; zaten doktordan cok muhasebeciyi andıran tavırları var. Belki de kendisiyle son görüşmemiz olan bu randevuda, tam da odadan çıkmak üzereyken telefon bu sekilde calinca, "Dur!" deyiverdim kendi kendime. Aklım eskilere gidiverdi.

"And you're out to save the world!" Gırtlagımı paralaya paralaya söylemeyi en sevdigim sözler bunlardi, evet. O zamanki zottirik İngilizcemle anlamaya, algılamaya calistigim o muhtesem sarkıyı kim secmisti hatirlamıyorum dogrusu. Düşünün bir kez; 18 yasindasiniz. Kim ne derse desin en guzel, en verimli yaslarınız. 11. sınıf gibi özgürlügün dibine vurdugunuz, her hafta kendinizi sokaklara vurup içki icip cozuttugunuz (cunku 12. sınıfta yasayacagınız kabusun cok iyi farkındasınız okulda gördüğünüz, sizden bir yaş buyuk olmalarına ragmen zombi gibi görünen abi/ablalarınız sayesinde) bir zaman bu. Provaların en az yarısında alkollu oldugumu hatirliyorum mesela. Bir de zatın teki cıkıyor, emo tabiriyle bu kadar "damar" bir sarkıyı önünüze koyuveriyor. Daha ne olsun! Zaten Metallica'nın o albumundeki tum sarkıları gıpgri, kepkesif bir bulut kapliyordu nedense. Böyle dalar gider, ne guzel demis lan adam dersiniz ya, iste o tat. Öyle muhtesem bir duygu ki 30 sene sonra dinleyince de aynı tadı alacagimi, aynı sevdigim kısımları, sözleri bekleyecegimi bilmek.

You just stood there screaming
Fearing no one was listening to you
They say the empty can rattles the most
The sound of your own voice must soothe you
Hearing only what you want to hear
And knowing only what you've heard
You, you're smothered in tragedy
And you're out to save the world

Sözcüklerin cogunu sözlükten bakmak zorunda olmus olsam da o zamanlar, "Evet olm, evet, budur işte!" diyordum her seferinde. "Beni anlatıyor bu sarki." Yıllar sonra aynı sözleri Charles Bukowski'nin bazi siirleri icin de soyleyecegimi o zamanlar bilemezdim elbette. Sonra biz bunu 2 ya da 3 konserde caldik. Robert Kolej denen deryada calmistik yanlis hatirlamıyorsam. Tepine tepine, ağlaya ağlaya söylediydim:

You still stood there screaming
No one caring about these words you tell.

Doktorun ofisinden ciktigimda gozlerimdeki hafif ıslaklıgın nedeni koridorda oturanlarca ne olarak algılandı bilemem ama; cep telefonundan duydugum ezgi mi yoksa yıllarca kafamı sikecegi rivayet edilen bir illete karsı ilk raundu kazanmıs olmam mıydı, şu an ben bile bilemiyorum.


Sunday, June 20, 2010

In my darkest hour


In my hour of need,
Ha, no, you were not there
And though I reached out for you,
You wouldn't lend a hand

Through the darkest hour,
Grace did not shine on me
Feels so cold, very cold,
No one cares for me...

Did you ever think I get lonely?
Did you ever think that I needed love?
Did you ever think to stop thinking?
You're the only one that I'm thinking of

You'll never know how hard I tried
To find my space and satisfy you too

Things will be better when I'm dead and gone
Don't try to understand. Knowing you, I'm probably wrong

But oh, how I lived my life for you,
Still you'd turn away
Now, as I die for you,
My flesh still crawls as I breathe your name
All these years,I thought I was wrong,
Now I know it was you
Raise you head, raise your face, your eyes,
Tell me who you think you are

I walk, I walk alone
To the promised land
There's a better place for me
But it's far, far away
Everlasting life for me
In a perfect world
But I gotta die first,
Please god send me on my way
Time has a way of taking time
The loneliness is not only felt by fools
Alone, I call to ease the pain,
Yearning to be held by you
Alone, so alone, I'm lost,
Consumed by the pain
The pain, the pain, the pain
Won't you hold me again
You just laughed, ha-ha, bitch

My whole life is work built on the past,
The time has come when all things shall pass,
This good thing passed away...




"There will always be something to ruin our lives, it all depends on what or which finds us first. We are always ripe and ready to be taken". C. Bukowski

Sunday, June 13, 2010

I love this game

NBA'de yilin belki de en onemli maci bu gece oynanacak. ABD'nin Fenerbahçe'si olarak niteyebileceğimiz Los Angeles Lakers ile bu seneki Bursaspor'a cok benzettigim (aa renkleri de ayniymis) Boston Celtics serisinde durum 2-2'ye gelince heyecanın dozu da bir anda artiverdi. Ben de tabii yaşı 30'un üzerinde olan her basketbol seyircisi gibi eskilere dönüverdim birden.
Turkiye'de daha dogru durust basketbol (ve izleyicisi) yokken hayatimiza girmisti NBA. 80ler'in sonlarina dogru artık pörsümeye baslamıs Celtics-Lakers mucadelesi, aradan kafalarını uzatan Pistons'ın "yaramaz oğlanları" ve elbette hanedanının altyapısını kurmakla meşgul olan efsane Michael Jordan. O yıllarda "dışa açılan" Turkiye'nin en onemli ithalatlarindan biri de MTV ve NBA maclariydi. Amerikan aksanli Turkce konusan Murat Murathanoglu'nun anlatımıyla hepimiz adeta kucuk birer Beyaz Gölge oluyorduk televizyonun karsisina gectigimizde. Nitekim bugün gencecik Turk cocukları "bu sene şampiyonuz, Kobe bizi uçuracak" türü gonulden mesajlarla savunuyorlarsa NBA takımlarını, bunun tohumlari o yayinlarla atilmiştir. Ben lisedeyken (90lar) elbette ki herkes MJ'in Chicago'sunu tutuyordu. (Fenerbahçe sendromu) Ama bir de inadina Celtics'i tutanlar vardi, ki bu insanlar Larry Bird'lü gunlerden (80ler) beri NBA'i takip ettikleriyle de ovunurlerdi. Genellikle zengin cocuguydu bunlar; evlerinde uydu muydu vardi herhalde.
Neyse efendim; Turk ve diger 3. dunya halklari cocuklarının beyinlerine doldurulan bu fuzuli yabancı sempatizanligina daha sonra deginiriz. Ki bu sahte sempatinin nasil ters teptigi ve 2000'li yıllara nefret olarak döndüğü de cok açıktır. Boston-Los Angeles rekabetine dönersek;
Simdi bir tarafta bireysel yetenekli oyuncuları (Kobe, Gasol) ve kısıtlı takım savunmasının yanında uzun boy ve kolları sayesinde muazzam bir pota alti savunmasına (Odom, Bynum, Gasol) sahip Lakers var. Haliyle serinin favorisi bu arkadaşlar. Ama iste kazın ayagı (ya da Bynum'un dizi) pek favori dinlemiyor 100 maçlık sezonlarda. Odom'u saymazsak yedeklerinde hiç iş yok Lakers'ın. Vujacic, Farmar, Walton, Brown'dan neredeyse sıfır verim alıyor. Fisher'ı da bunlarin yanına katmak lazim, ama bir mac kıpırdandı ve o maci aldi Lakers. Yani bence sırasını savdı Fisher.
Öte yandan, bir tek kafalarında lambali baretleri eksik yaşlı Celtics emektarları (Paul Pierce basketciden cok vinç operatorunu andırmıyor mu yaa) 2 maçta bir şapkadan tavsanlar cıkartarak buraya kadar geldiler. Boston hucumu, kısıtlı bireysel yeteneklerden dolayi o kadar tıkanıyor ki bazen, yani bizim mahalle takımını götürsek başabaş oynariz gibi geliyor. Perkins'le Glen Davis, mac başına 8-10 blok yemekten çoğu zaman potaya bakmıyor bile. 4. mactaki performansına, aldıgı hucum ribauntlarina Davis bile sasti kaldi; salyalarini akıtarak sevinmesi de bundan. Ray Allen'a zaten güvenilmiyor. Eskiden de güvenilmezdi bu adama. Bir mac 30 atar, oburunde sıfır cekerdi. 35'ine geldi, aynı tas aynı hamam. Pierce ve Garnett de evet atıyorlar, cabalıyorlar falan ama, 33-34 yaş etkisini gösteriyor artık. Boston, Lakers gibi bireysel yetenek değil, mucadeleye dayalı oynadıgı icin, bu adamlar savunmada o kadar yoruluyor ki, hücuma çıktıklarında -özellikle Garnett'in- adım atacak hali kalmıyor. Pierce zaten bildigimiz Pierce; enerjisini hiç harcamadan, ağır cekim bir basketbol oynuyor. Sutunu sokuyor belki ama hareketlilik sıfır adamda. Zaten takımın tek hareketli adamı Rondo. Onun da ofansif yönü, asist hariç kısıtlı olunca hucum cok tıkanıyor bazen. Ama Boston'un yedekleri daha cok katkı yapıyor oyuna.
Kazandığı iki macın birinde Ray Allen kendini aşarak 30+ attı, digerinde ise garip bir Robinson+Davis katkısı aldı Boston. Dolayısıyla şampiyon olmak istiyorlarsa Pierce'in muhtemel bir triple double ya da ona yakın performansla tek basina bir mac kazandırması gerek artik. Cunku sapkadan tavsan ancak bir mac daha cıkar bundan sonra. Bunun yaninda Fisher/Odom/Artest ve kısa yedeklerin savunması da cok onemli. Zira Gasol+Kobe'nin 50 küsur sayısını savunamayacağı belli oldu artık Boston'un. Bynum oynarsa onun 10-15 sayısı da garanti. Diğerlerini ne kadar savundukları önemli. Özellikle cok kötü oynayan Artest atmaya baslarsa bu is son maca bile kalmaz.
Şu da var ki, Boston'un bu artık son şansı. 35lik yıldızlar bence gelecek yıldan itibaren düşüşe geçmeye başlayacaktır (ki bu sene bile 2008'e göre yerlerde surunuyorlar). Zaten big three denen Allen, Pierce, Garnett gidince bu takım 90larda işgal ettiği tabelanın son basamagina da inecektir herhalde. 1986 doğumlu Rondo'ya sabırlar diliyorum şimdiden. Umarım öyle 10 yıllık falan bir kontratı yoktur Boston'la. Yoksa tıpkı bu gunlerin gelmesini 10 yıl bekleyen Pierce gibi sabır küpü olup çıkması isten bile değil.
Kalbim Boston'la, ama aklım Lakers 4-2 ya da az ihtimal 4-3 kazanır diyor. Bakalim ne olacak.

Saturday, June 12, 2010

Kelimeler, zihinler, keltler

Hayatının belli bir evresinde ceviri yapmis olanlar bilir; bazen bazi kelime ya da ifadelere takilir, isin icinden cıkamazsınız. Aklınıza hep ayni laflar gelir; bir yandan dogru olmadigini -ya da o lafin oraya tam oturmadigini diyelim- bilirsiniz ama baska bir sey de bulamazsiniz. Dilinin ucunda olmak degil sozunu ettigim sey. Tecrubelendikçe ve yazarın kitabi yazış mantigini anladıkça gelisen, o cumlenin olmadigina dair bir his işte.
Ben bu tur durumlarda hemen ara veriyorum. Yani, "yapamadigini gec, sonra zamanin kalirsa donersin" seklindebeynimize kazınmıs olan test sistemiyle olacak iş degil bu. O ilk bakış, o ilk bakışta aşk gerekiyor bazen. Nitekim, bu tur araların sonunda yeniden calismaya basladigimda, cok yuksek bir yuzdeyle -sanki biraz onceki çırpınmalar hic yasanmamiscasina- pıtır pıtır dökülüveriyor kelimeler zihnime.
Dolayısıyla, ceviri esnasında sozlukle, kitapla, yazarla, kahramanlarla, olaylarla cebelleşirken bir de kendi aklınızla mücadele vermeniz gerekiyor. Ben o yuzden pilimin -dikkat: bittiği değil- azalmaya basladıgını hissettigim an, bırakıveriyorum. Verimsiz çalışma sonucu ortaya cıkan her yanlis, geri dönüşü olmayan sonuçlara yol acabilir. Örneğin canım bir şekilde o gun istemiyorsa calismak, calismiyorum. Ki bazı gunler gercekten oluyor bu.
Bazen de insan öyle guzel ifadeleri, cok da dusunmeden pat pat bulunca öyle bir coşuyor ki; sanki kitabı bastan yazıyormus gibi hissediyorsunuz kendinizi. Öyle anlarda zihin de Bloodlust yemiş Grunt gibi genişleyip açılıyor, tüm beyniniz bir sel baskını gibi çağlayıp taşıyor adeta. Cok garip bir his işte; istedigin kadar tarif et, yasamadan anlaması zor. Dağcıların zirve yaptıkları anda o tur seyler hissettiklerini dusunmusumdur hep. Zihinsel bir boşalım bir nevi.
Seviyorum yahu yazmayi, uretmeyi. İnsanlarin benim kurdugum cumleleri okuyup türlü türlü ruh haline gireceklerini hayal etmeyi. Nasil ben kıvrak bir dille yazılmış (ve cevrilmiş) kitapları okuduktan sonra gunlerce etkisinden cıkamıyorsam, benim kitaplarımı okuyanların da öyle olma ihtimalinin bulunması bile çılgınca bir şey.
Bu arada, Boston yine inanılmaz bir mücadele sonucu durumu 2-2'ye getirdi. Bireysel yetenek takımı Lakers'a karşı, oyuncu kalitelerindeki farklar ve saha dezavantajlarına rağmen savunmasıyla cok iyi mücadele veriyor Celtics. Umutluyuz.

Monday, June 7, 2010

Neden

Bir avuc topraga neden bu kadar bagimliyiz?

Dogru durust bir altyapi zenginliği bile olmayan, yari çöl topraklar ugruna nedendir bu yuzyillarin kavgasi?

Emperyalist adı verilen dunyanin kabadayi devletlerinin el attigi, sınırlarını cizdigi ulkelerin, hayatlarini belirledigi halklarin kac tanesi -hadi refahi gectim- baris icinde yasamaktadir?

Bizler, sıcak kahvelerimizle 22 inclik ekranlarimizin arkasina saklanarak luzumsuz vucutlari yag baglayan dunyanin "ozgur" insanlari, hayatı, olan biteni bir pembe dizi gibi izlemekten ne zaman vazgececegiz?

Dunyanin, dunyamizin tum kaynaklari 500 yıldan beri Kinşasa'dan, Tiflis'ten, Phnom Penh'den Londra'ya, Chicago'ya, Tel-Aviv'e akarken, bizler bunu daha ne kadar izleyecegiz?
Tum dunyada duvarlar yıkılıp kardes halklar bölünerek sozde "ozgurluk" getirilirken, neden hala duvarlar inşa ediliyor ve insanlar dört duvar arasında yaşamak zorunda bırakılıyor?
İnsanların ölümleri uzerine "taktik hesaplar" ve "yukselen deger" gibi stratejik konusmalar yapmak -askerden kacmak icin de olsa- MBA'li adam sayısının artışıyla mı kabullendigimiz, içselleştirdiğimiz bir gercek oldu cikti? Israil elli kere özür dilese ne olur? İnsanlarınız geri gelir mi?
Politika yazmıyım yazmıyım diye tutuyorum kendimi; sonucta yine donup dolasip oraya geliyor kelimeler. Halbuki ne guzel Mortal Engines'i yazacaktim, Lady Vashj figurumden soz edecektim.
Eh ne diyelim. Birkac gune artik.
İsci takimi Boston Celtics'e Hollywood takımı L.A. Lakers karsisinda basarilar!


Tuesday, May 25, 2010

Sırt çantasının dayanılmaz cekiciliği

Bir zamanlar bir sirt cantasi modasi vardi. İcinde hicbisi olmasa bile o canta olmadan cikmiyordun disari. Hatta bende o kadar buyuk bir hastalik olmustu ki, icki icmeye bara falan bile icine dondirik bikac parca bisi attigim sırt cantamla gidiyordum. Butun gecemin icine ediyordu o canta.
Canta dedigim de 90li yillarda bizim evde 3-4 tane boyle fosforlu, rengarenk canta vardi; neredeyse anadili gibi İngilizce konussa da dunyadaki tum yabancilari bir butun sayan o sehirli beyaz Turk zihniyetini asla terk etmemis bir insan olan annem, kendisi icin buyuk bir olay olan ilk İngiltere seyahatinden getirdigi, aslinda belki de Turkiye'de daha ucuza bulunacak olan Levis 501, Swatch kol saati gibi hediyelerin yanina, "yedekte bulunsun" mantigiyla 2-3 tane de o zamanlar moda olan (İngiltere modası herhalde) bu minik, fosforlu, acayip sirt cantalarindan eklemisti. Cantalarin hicbiri asla kullanılmayıp curuyup gittiler yillar icinde, elbette. Ama iste, o aralar dunyaya posta koyabilecegim bir tavir pesinde olmamdan mi, yoksa sirf annemin "bozulmasin, kirlenmesin, kullanilmasin" zihniyetini delmek amacıyla mi bilmiyorum, uzerinde fosforlu sari, turuncu seritler bulunan o minik sırt cantasını sırtıma takardim hep.
Muhtemelen cok korkunc bir goruntu sunuyordum. Neyse ki bir sure sonra vazgectim o fosforlardan.
Sırtıma canta takmaktan ya? Asla! Birbiri ardina aldigim cantalari sirtima -icleri bombos bir sekilde- takmaya devam ediyor, kısacası belamı arıyordum. Eh, aradigimi da buldum tabii.
2002-2003 civarlari olmali, ya da yakınları. Serseriligin doruklarinda olmanin dayanilmaz hazzini yasiyorum. İsten ayrilmis, yeniden Magic oynamaya baslamisim falan; keyfim gıcır. Besiktasta Saklikent denen yere gidiyorum gunduz gozuyle; Sair Nedim'den yuruyorum. Sırtımda cantam tabii, ici neredeyse bos. Dortyol agizlarindan birini gecerken cok cok hafif bir temas hissettim sirtimda. O kadar ki, donup bakmadim bile; rüzgar bile olabilirdi yani, o kadar hafif.
Neyse Saklikente geldim, bakınıyorum. Bizim cocuklar oradalar, ben on tarafa yuruyunce bir tanesi "aa abi cantanin on gozu acik kalmis senin" dedi. Cantayi sırtımdan çıkardım ve gercekten de on kısımdaki fermuarın ardına dek acilmis oldugunu fark ettim. İcine bir sey koymasam bile fermuarı oyle acik bırakmazdim ben.
Birden kafama inen balyozla, cantaya koymus olduğun tek seyin -birkac kagit, Magic karti ve ıvır zıvır haric- cep telefonum oldugu gercegi dank etti aklima. Ve elbette ki on goze koymustum. Markasını hatirlamadigim, yuvarlak, mavi renkli bir kiz telefonum vardi o zamanlar. Sair Arsi'nin eli cabuk yankesicileri, ben yururken sırtımdaki cantanin on fermuarını acmis, telefonu kaparak ortadan kaybolmuslardi.
O an ilk hissettigim sey, derin bir hayal kırıklığıydı elbette. Telefonu kaybetmis olmak uzuntulerim arasinda cok gerilerde kalıyordu. Nedir yani, yenisini alirsin. Zaten zorla tasiyordum yanimda (hala zorla tasiyorum).
Ama esas koyan sey, sirt cantalarimla yasadigim o ozel iliskinin aldigi darbeydi. O gunden sonra, bir sure sırt cantalarini ters (canta on tarafımda kalacak sekilde) takmayi falan denediysem de, bir seyler kopmustu icimde artik. Zaten sonrasinda da birakiniz sirt cantasini, genel olaral canta kavramindan uzaklastim. Mont ve pantolon ceplerini, cuzdanimsi minik para-kart muhafazacıklarını falan kesfettim. Simdi bile, tek tuk aldigim ve kullandigim cantalar ya askılı, ya da elde tasınan turdendir.
Buradan hayatimdaki onemli (!) mihenktaslarindan birini geride birakmama sebebiyet veren o Sair Nedim kapkaccisini da sevgiyle aniyorum.

Friday, May 21, 2010

what if

Bazen bu siyah ustune beyaz fondan cok sıkılıyorum. Hele ki tam tersi; beyaz ustune siyah fonlu, cicili bicili (ya da oyle olmayan) bloglar okudugumda. Ama bazen ruhumun arka planina yayılan siyahlıktan da sıkıldıgım olmuyor degil. İşte kendimce, beyazlıklar puskurterek dengelemeye calisiyorum o karanlığı.

Ama vazgeçmek kolay degil.