Tuesday, May 25, 2010

Sırt çantasının dayanılmaz cekiciliği

Bir zamanlar bir sirt cantasi modasi vardi. İcinde hicbisi olmasa bile o canta olmadan cikmiyordun disari. Hatta bende o kadar buyuk bir hastalik olmustu ki, icki icmeye bara falan bile icine dondirik bikac parca bisi attigim sırt cantamla gidiyordum. Butun gecemin icine ediyordu o canta.
Canta dedigim de 90li yillarda bizim evde 3-4 tane boyle fosforlu, rengarenk canta vardi; neredeyse anadili gibi İngilizce konussa da dunyadaki tum yabancilari bir butun sayan o sehirli beyaz Turk zihniyetini asla terk etmemis bir insan olan annem, kendisi icin buyuk bir olay olan ilk İngiltere seyahatinden getirdigi, aslinda belki de Turkiye'de daha ucuza bulunacak olan Levis 501, Swatch kol saati gibi hediyelerin yanina, "yedekte bulunsun" mantigiyla 2-3 tane de o zamanlar moda olan (İngiltere modası herhalde) bu minik, fosforlu, acayip sirt cantalarindan eklemisti. Cantalarin hicbiri asla kullanılmayıp curuyup gittiler yillar icinde, elbette. Ama iste, o aralar dunyaya posta koyabilecegim bir tavir pesinde olmamdan mi, yoksa sirf annemin "bozulmasin, kirlenmesin, kullanilmasin" zihniyetini delmek amacıyla mi bilmiyorum, uzerinde fosforlu sari, turuncu seritler bulunan o minik sırt cantasını sırtıma takardim hep.
Muhtemelen cok korkunc bir goruntu sunuyordum. Neyse ki bir sure sonra vazgectim o fosforlardan.
Sırtıma canta takmaktan ya? Asla! Birbiri ardina aldigim cantalari sirtima -icleri bombos bir sekilde- takmaya devam ediyor, kısacası belamı arıyordum. Eh, aradigimi da buldum tabii.
2002-2003 civarlari olmali, ya da yakınları. Serseriligin doruklarinda olmanin dayanilmaz hazzini yasiyorum. İsten ayrilmis, yeniden Magic oynamaya baslamisim falan; keyfim gıcır. Besiktasta Saklikent denen yere gidiyorum gunduz gozuyle; Sair Nedim'den yuruyorum. Sırtımda cantam tabii, ici neredeyse bos. Dortyol agizlarindan birini gecerken cok cok hafif bir temas hissettim sirtimda. O kadar ki, donup bakmadim bile; rüzgar bile olabilirdi yani, o kadar hafif.
Neyse Saklikente geldim, bakınıyorum. Bizim cocuklar oradalar, ben on tarafa yuruyunce bir tanesi "aa abi cantanin on gozu acik kalmis senin" dedi. Cantayi sırtımdan çıkardım ve gercekten de on kısımdaki fermuarın ardına dek acilmis oldugunu fark ettim. İcine bir sey koymasam bile fermuarı oyle acik bırakmazdim ben.
Birden kafama inen balyozla, cantaya koymus olduğun tek seyin -birkac kagit, Magic karti ve ıvır zıvır haric- cep telefonum oldugu gercegi dank etti aklima. Ve elbette ki on goze koymustum. Markasını hatirlamadigim, yuvarlak, mavi renkli bir kiz telefonum vardi o zamanlar. Sair Arsi'nin eli cabuk yankesicileri, ben yururken sırtımdaki cantanin on fermuarını acmis, telefonu kaparak ortadan kaybolmuslardi.
O an ilk hissettigim sey, derin bir hayal kırıklığıydı elbette. Telefonu kaybetmis olmak uzuntulerim arasinda cok gerilerde kalıyordu. Nedir yani, yenisini alirsin. Zaten zorla tasiyordum yanimda (hala zorla tasiyorum).
Ama esas koyan sey, sirt cantalarimla yasadigim o ozel iliskinin aldigi darbeydi. O gunden sonra, bir sure sırt cantalarini ters (canta on tarafımda kalacak sekilde) takmayi falan denediysem de, bir seyler kopmustu icimde artik. Zaten sonrasinda da birakiniz sirt cantasini, genel olaral canta kavramindan uzaklastim. Mont ve pantolon ceplerini, cuzdanimsi minik para-kart muhafazacıklarını falan kesfettim. Simdi bile, tek tuk aldigim ve kullandigim cantalar ya askılı, ya da elde tasınan turdendir.
Buradan hayatimdaki onemli (!) mihenktaslarindan birini geride birakmama sebebiyet veren o Sair Nedim kapkaccisini da sevgiyle aniyorum.

No comments: