Thursday, June 24, 2010
"Still" alive, my friend of misery?
Sunday, June 20, 2010
In my darkest hour
Sunday, June 13, 2010
I love this game
Saturday, June 12, 2010
Kelimeler, zihinler, keltler
Monday, June 7, 2010
Neden
Dogru durust bir altyapi zenginliği bile olmayan, yari çöl topraklar ugruna nedendir bu yuzyillarin kavgasi?
Emperyalist adı verilen dunyanin kabadayi devletlerinin el attigi, sınırlarını cizdigi ulkelerin, hayatlarini belirledigi halklarin kac tanesi -hadi refahi gectim- baris icinde yasamaktadir?
Bizler, sıcak kahvelerimizle 22 inclik ekranlarimizin arkasina saklanarak luzumsuz vucutlari yag baglayan dunyanin "ozgur" insanlari, hayatı, olan biteni bir pembe dizi gibi izlemekten ne zaman vazgececegiz?
Tuesday, May 25, 2010
Sırt çantasının dayanılmaz cekiciliği
Friday, May 21, 2010
what if
Ama vazgeçmek kolay degil.
Kolpa grosso (part 2)
Tüm bunlar olurken, Fenerbahce sampiyonlugu son macta kaybetti. Bursaspor hakkıyla şampiyon oldu. Ne beklersiniz Fenerbahce baskanindan? "Biz de iyi mucadele ettik ama basaramadik, guzel ve cekismeli bir lig oldu, sampiyonu tebrik ederiz, seneye amacimiz bu unvani onlardan almak olacaktir" turu bir demec vermesini, degil mi? FB baskani ise "basaramadik, sorumlu benim, ama..." diye baslayan cumlesiyle cumle alemi topa tuttu. Farkinda olmadigi şeyse şu: o boyle yapmaya devam ettikce, insanlar FB'den nefret etmeye devam edecekler. Tipki Deniz Baykal konustukca insanlarin CHP'den nefret ettikleri gibi. Bugun toplumumuzda lider olarak görülen şu iki kişinin birbiriyle cok cakisan ben-merkezci tarzlari, her ikisinin de temsil ettikleri kurumlara karsi duyulan antipatinin giderek yukselmesinin baslica nedenidir. Aziz Yildirim da tıpkı Baykal gibi sacma sapan suclamalar yaparak Bursaspor'un tarihi şampiyonluguna golge dusurmeye calistiysa da, basarili olamadi. Zaten, bana kalirsa, böyle bir savunmaya da ihtiyaci bulunmuyordu. Zira bütün Fenerbahçeliler takımlarının, özellikle ikinci yarinin sonlarindaki o muazzam performansindan son derece memnun. Dolayisiyla bahane ureterek suçlamalari bertaraf etmeye de gerek yoktu. Çıkıp adam gibi sadece "Bizce takımımız şampiyonluğu hak edecek bir top oynamıştır. Fenerbahce bu sezon gonullerin şampiyonlarindan biridir. Bursa da hak etti. Biz takımımızdan çok memnunuz." dese ne kadar farklı olurdu. Ama o "ben ben ben" egosu ona bu durumu, sanki kendi başarısızlığıymış gibi savunma yapma ihtiyacı hissettirdi. Ve o da, tıpkı Baykal gibi, özeleştiri yapmaktansa ona buna sataşmayı tercih etti.
Maalesef coğrafyamızla ilgili bir sorun bu eleştiri kaldıramama hali. Demokrasi anlayışımız, asker tarafindan zorla yazdirilip kabul ettirilen anayasalarla kısıtlı kaldigi icin, liderlerimiz de ayni askerler gibi "alt"larindaki kişilerin kendilerine sonsuz bir itaat icinde olmasini bekliyor. Asla elestiri kaldıramayan, kaldirabilenleri ise bir an once tasfiye eden bir liderlik sistemimiz var. Bunun nedenlerini de (liderlerin koltuğu bir memuriyet olarak görmeyip, kendileri ve hayatlarıyla özdeşleştirmeleri) daha sonraki bir yaziya sakliyorum.
Wednesday, May 19, 2010
Kolpa grosso (part 1)
Neresinden tutarsak tutalim, elde kaliyoruz. Birtakim sahte kliselerin ardinda saklanip basta kendimizi, kadinlarimizi , cocuklarimizi kisitlayip, bastirip kapali kapilar ardindan kolpaciligin doruklarina tirmaniyoruz.
Sistemimiz (sistemsizligimiz), orgutlerimiz, liderlerimiz o kadar cag disi, o kadar sark kurnazi ki, oylesine surec degil kisi bazli dusunuyoruz ki, donup dolasip gercekten bir arpa yol alamiyoruz bir cok konuda.
Son bir aydir sıkı bir sekilde televizyon izledim. Tam da ic ve dis politikada (ve de futbolda) cok onemli olaylarin oldugu zamana denk geldi sansima. Zaten televizyonlarda da insanin icini uyusturan agirkanli diziler disinda futbol ve siyaset programlarindan baska bir sey yok.
Deniz Baykal diye bi adam var. Ben cocuktum hatirliyorum, Erdal Inonu'nun basinin etini yerdi her kurultayda. Bakti lider olamiyor, gitti 12 senedir kapali duran CHP'yi kurdu 1992'de. Allem kallem etti, havasini kaybeden SHP'yi de kendine katti, o partinin butun ileri goruslu kadrolarini partiden kovdu (ki Kurt milletvekillerini savasin en yogun olduğu tarihlerde meclise sokma riskini alabilecek ileri görusluluge sahip, 1989 yerel secimlerinde patlama yapmis, gercek SOL bir partiden soz ediyoruz.) ve sol dusunceyi Turkiye'nin gundeminden kaldirma operasyonuna basladi. Basardi da.
Bir kere barajin altinda kaldi, zorla istifa etti. Millete unutturup 1.5 yil sonra yeniden geldi; DSP'nin dagiliyor olmasinin mirasini (hic de hak etmeden) yiyerek bedavadan 12-15%'lik bir oyun uzerine kondu. Ve haliyle kendini bir sey sanmaya basladi; halbuki o insanlar ona tepede o oldugu icin ya da CHP'ye cok inandiklari icin degil, ulkede baska oy verecek parti bulamadiklari için veriyorlardi (hala da o yuzden veriyorlar). Efendi gibi ben bu isi kıvıramıyorum diyerek emekli olmak yerine rezil rusva etti kendini; ne seks kasedi kaldi, ne kepazelikler surusu halinde kapisinda aclik grevi yapan issiz gucsuz cocuklar.
Sonra ne oldu? Partiyi oylesine bir tek adam hakimiyeti altina sokmuslar ki, her zamanki gibi kolpadan ben gidiyorum diyince (1999'da yaptigi gibi, amac ne, millet kapisinda toplansin, ahlar vahlar icinde, karimi aldattim ama napalim bakin millet istiyor beni diye geri donsun) sacma sapan isler oldu. Sudan cikmis baliga donen CHP'liler, kimin ayagina kapanacaklarini sasirdilar. Binlerce "genc" yuruyusler yapti cobanlari gelip onlari biraz daha gutsun diye. Bir tek kimse de kalkip adamin 70 yasindaki karisiyla, ya da sevgilisiyle ilgilenmedi bile. Ne olacak; nasilsa butun erkekler yapiyor, elimizin kiri degil mi ya.
Hadi adam istifa etti dedik, bu kez eve kapanip cakal gibi ortaligi gozlemeye basladi. Artik yani kolpaliktan ölecek. Neymis, partiyi bassiz birakamazmis. Sen butun orgutu kopek gibi kendine bagla, önünde secde ettir, ondan sonra eve cekilip hadi bakalim anlasin bir baskan adayinda diye at kemigi ortaya. Son derece ilkesiz, ahlaksiz ve maco bir tavir olarak goruyorum yaptiklarini Deniz Dede'nin.
Yazinin devaminda secdeci CHP'lilerin bu kez Gandi'nin etrafinda deneyecekleri muhtemel tavaf beklentileri ve futbolun da ulkemizde ne kadar siyasete benzediginden soz edicem. Bir de su "Sayin" lafindan ne kadar tiksindigimden. Hatta, soz oradan acilmisken baska tiksindigim kelimelerden de bahsedebilirim. Yazacak cok sey varmis aklimda, simdi farkettim.
Friday, April 30, 2010
International Labor Day incoming
Workers of the world, awaken!
Rise in all your splendid might
Take the wealth that you are making,
It belongs to you by right.
No one will for bread be crying
We'll have freedom, love and health,
When the grand red flag is flying
In the Workers' Commonwealth.
Wednesday, March 24, 2010
SSK'li gunler
Once doktorunuzdan (ki o doktor ikilemini de ayrica aciklamak isterim, islerinizi seri bir sekilde halletmenizin yolu bolumdeki baba doktorlardan birinin ozel hastasi olmaktan geciyor, tum kapilar bir bir aciliyor onunuzde adeta) ve calistigi bolumden barkotlari aliyorsunuz, bununla tahlilin yapildigi 10 dk mesafedeki binaya gidip oradan sira numarasi aliyorsunuz (farkli tahlillerse farkli numaralar, dolayisiyla da farkli kuyruklar) sonra efendim, ozellikle guruhlarin kapisina yıgılmakta oldugu kan tahlili gibi mekanlarda bankalardaki gibi elektronik bir gosterge var. Sira numaraniz oradakine yaklastikca one kayiyorsunuz ve her seferinde iceri 10 kisi aliyorlar. Tabii icerisini koruyan kapiya mutlaka ve mutlaka bir gorevli koymak zorundalar ve adamcagiz (ya da kadin) gercek bir coban koyunu gibi davranmak zorunda. Zira ortalikta sistemi izah eden bir tabela, bilgi yazisi vs. olmadigi gibi, olsa bile cani burnunda olan insanlar kapiya bir sekilde hucum ediyor ve gorevli de surekli insanlari iceri dalmamalari icin uyarmak zorunda kaliyor.
O an alinan 10 kisilik grubun icine girip iceri girdiginizde once bir bankoya ugrayip barkotlarinizi uzatip oradaki yetkililerden kan tupunuzu (barkotu sisenin etrafina yapistiriyorlar) aldiktan sonra arkanizi dondugunuzde bu kez baska ışıklı panolar bekliyor sizi. Bu seferki tam banka usulu, 8 tane gise var ve bosalanlar tabloda yaniyor. Haa, bu kapidaki coban kisi girenlere bir de yeni sira numaralari veriyor dondirik bir kagitta. İcerideki 8 gisenin yaktigi numaralar da bu numaralar. Bu sirada tabii "bos yerlere oturalim lutfen, sirasi gelenler lutfen kollarimizi sivayalim" gibi ilkokul ogretmeni tarzi komutlar veriliyor genellikle yine ayni kisi tarafindan. Neyse sirasi gelen geciyor kanini verip cikip gidiyor. Sistem iyi, ben temelde begendim sahsen. Ozellikle kapidaki abi kollarimizi sivayalim dediginde gorev bilinciyle montlarini mantolarini cikarip kollarini sivamaya baslayan teyzelere bayildim. Yalniz ilk gelen hep bir agu bugu oluyor, birilerinden azar isitiyor mutlaka, zira ortalikta ne olup bittigini ogrenebileceginiz bir yer yok. Turk usulu, deneme yanilma ile buluyorsunuz yolunuzu.
Ben geldigimde 540lardaydi tepedeki numara ve benim numaram da 604'tu; dolayisiyla 15-20 dk sirami bekledim. Enteresan goruntu ve sohbetlere sahit oluyor tabii insan bu sirada. SSK zaten genel olarak tam bir gorsel şölen. Her türden insan var; piercingli punk kizlardan tutun da kara carsafli ablalara varincaya dek. Yolun iki yanina sira sira sandalyeler konmus birinde oturuyorum. Karsimda kara carsafli bir abla ve turbanli gencten bir kizcagiz var kucuk ogluyla. Yani basi ortulu ama hafif dar uzun kot etegi, siyah babet ayakkabilariyla epey modern bir gorunumu vardi kizin. Ve bir eliyle kucuk oglunu kontrol ederken ote yanindaki carsafliya donmus haril haril bisiler anlatiyordu. Birkac dakika sonunda orada tanistiklarini kavradim, genc kiz oburune diyet taktikleri veriyordu. Esi hoslanmiyormus kilolu olmasindan, kepek ekmek diyet peynir yiyormus da suymus buymus. Tabii her seyi duyamiyorum ama carsafli kadin sanki karsisinda Cubbeli Ahmet Hoca konusuyormus gibi sessizce dinliyor, arada minik sorular soruyor (agzi kapali oldugu icin sesi bogularak cikiyor ve hic bir sey anlayamiyorum), genc kardesimiz karsisinda bir comez bulmanin da coskusuyla anlattikca anlatiyor, arada 25 yasinda oldugunu ogreniyorum. Cocuga bakiyorum 2-3 yaslarinda olmali. "Bok mu vardi 20 yasinda evlendin?" soru cumlesi geciyor aklimdan. Sonra dusunuyorum, o da bir kultur iste. 100 sene oncesinde bu toplumun butun kesimleri o sekilde simdi erken dedigimiz yasta evleniyor ve hemen coluk cocuga karisiyormus. Kadin nasilsa evde oturup cocuk bakacak ya, sorun yok. Lanet olasi herifler.
Birden kendimi frenledim. Yani bir kan verme kuyrugundaki insanlarin sozlerinden yapacagim cikarimlarla kendi kendimi yiyip bitirmesem de olur degil mi? Zaten akabinde kizin kocasi oldugunu tahmin ettigim genc bir adam (zapzayif tıfıl bir cocuk, normal tabii kizin tombikliginden hoslanmamasi) bir de gri pardesülü (ve turbanli tabii), muhtemelen oglanin annesi bir teyzemiz. Kiz hemen saygiyla annesine (ya da kayinvalidesine) yer verdi yorgundur diye ama kadin oturmadi; evin erkegi hadi gidelim moduna girince de carsafli teyzeye son 1-2 diyet tuyosu verip vedalasarak cocugunun elinden tutup yola koyuldu.
Bir de baktim ki 595lere gelmis tepedeki numara. İceri girip kapidaki bickin delikanlidan gelecek komutla kazagimin kolunu sivadigimi hayal ettim. Bir huzur dalgasi kapladi icimi. Evlensem, benim karim da cocugumuz dogduktan sonra yedigi mantilardan vazgecemeyip boyle rejim mejim ayaklarina yatsa ne guzel olur diye dusundum. Kapi gorevlisinin insanin heyecandan basini donduren o esmer sesi duyuldu. Minik, kararli adimlarla kapiya dogru ilerlemeye basladim...
Monday, March 22, 2010
Nukleere neden evet?
Dunya almis basini gitmis. ABD, Fransa, İngiltere gibi ulkelerde ta 1950'lerden itibaren yapimlarina baslanan nukleer enerji isinde biz gec kalmasina kaldik elbette ya, iste ben universiteyi bitireli 11 sene olacak neredeyse, hala ayni seyi tartisiyoruz. Kardesim, bu is madem cok tehlikeli, neden su ana dek level 7 duzeyinde bir tek sızıntı yasanmis? Ki o da malumumuz Cernobil, oradaki reaktorun de Sovyetler tarafindan guvenilmedigi icin kasten Ukrayna'ya insa edildigi soylenmistir hep. ABD'de 104, Fransa'da tam 59 (yaziyla elli dokuz) tane nukleer reaktor var arkadaslar. Biz senelerdir boktan linyiti (hani bi yalan vardir ya ilkogretimde, guya Turkiye kaynaklari kendi kendine yetecek nadir ulkelerden biriymis, iste enerji tab'ini dunyanin en kalitesiz, en verimsiz madeni linyit kaplıyordu herhalde) yakip enerji haline getirmek icin termik santrallarla guzelim memleketin icine sicarken dunya temiz temiz nukleerini kullanmis. Cernobil haric 1950'lerdeki birkac sızıntı disinda kayda deger bir kaza (hele insanlari korkuttuklari deyimle patlama) yasanmamis.
Yani iste gec bile kaldik da, ne yapalim yani? Sanki onumuzdeki 20-30 senenin enerji politikalarina yon verecek bir programimiz, o tur bir enerji politikamiz, yol haritamiz mi var? Hem, yetmedi mi artik bizi ruzgar enerjisi, gunes enerjisi diye uyuttuklari bizi bu Greenpeace'cilerin yahu? Yok siyanurle altin aranmaz, yok nukleere hayir. Yahu Fransa'da niye sokmedi bu halki korkutma cabalariniz? Fransiz, İspanyol, Alman ogle yemeginde radyasyonlu kapuska mi yiyor? Senelerdir halki anlamini bile bilmedikleri (korkunun sebebi de bu zaten) kelimelerle nukleer, siyanur diye diye ajite ettiniz. Bugun Bulgaristan'dan, Ermenistan'dan elektrik alir hale geldik, onumuzdeki 15 sene icinde elektrik uretimimizi ikiye katlamamiz icap ediyor. Kacagimizi da azaltalim, ama artik termik santral rezaletleriyle ugrasmasin bu ulke.
Su tartismalari bu kadar yogun yasayan bir bizizdir, bir de Yunanlilar. İki ulkenin de zaten birbirleri ve kendi iclerinde yasadiklari kavga dovusun sonuclari ortada. Onlar yardimla ayakta duruyor (ona ragmen patladilar), bizim zaten elle tutulur bir yanimiz yok. Haritaya bakin, bi onlarda bir de bizde yok zaten nukleer reaktor. (İtalya'da da yok, seneler once kapatmislar.)
Bu ulkenin insanlarinin yapmasi gereken sey, nerelerden fonlandigi belli olmayan, ajitasyon ustasi, sozde cevreci orgutlerin ortaokul seviyesindeki bagnaz propagandalarina kulagini tikamak ve santral(lar) bitip islemeye baslayinca o anki hukumetin enerji fiyatlarini dusurmesini talep etmek ve bu talebin arkasinda durmaktir. Kafalarini kolpaci Acun'un programlarini izlemekten kaldirabilirlerse elbette.
Wednesday, March 10, 2010
Looks like it's time to oil up!
Dovuslerden once yaninda tasidigi ficidaki yagi kafasindan asagi boca eden Hakan, iri bir abimiz olmasindan dolayi diger tum iri karakterler gibi biraz agir hareket ediyor, ancak oyun sirasinda bastan dokunduğu yaglar sayesinde (ki bu esnada grab edilemiyormus) vucudunun kayganligini avantajina kullanarak kivrak manevralar yapabiliyor. Ozellikle 2 ulti'si, yani belli bir enerji dolunca uygulayabildigi ve basarili olmasi halinde karsi tarafin epeyce bir canini goturen ozel yetenekleri cok enteresan. Ki bir tanesinde rakibinin uzerine yatip onu bogar gibi bir seyler yaptıktan sonra yere paralel firlatip atiyor. Ayrica rakibini yagli kollari arasina alip havaya firlatma yetenegine de sahip. Bir de normal guresteki künde gibi rakibi kavrayip arkaya firlatan bir hareketi de var. Gonul ulti olarak soyle okkali bir Osmanli tokadi cakmasi ya da elense çekip rakibi yanina getirmesini isterdi tabii. Yagli guresi dunyaya taniticaz diye tırı vırı konusup killarini bile kıpırdatmayan Kultur Bakanları'na da bir ulti ceker umarim Hakan baba. Sirf su oyunla, yillardir yapilmadigi kadar cok tanitimi yapilacak yagli guresin.
Hakan sıkıca yakaladigi rakibini havaya firlatma hazirliginda
Hakan forumlarda oyuncular tarafindan bir "joke character" olarak nitelenmis. Bunun nedeni, hem sundugu temanin icindeki komiklikler (sozleri, ultilerinin sinematikleri, tipi) olsa gerek. Yine de bircok oyuncu karaktere bayildigini ve oyun cikinca kesinlikle kendisiyle oynayacaklarini iddia ediyor. Tabii ozellikle Amerikalilara yagli gures konsepti uzaktan cok hos geliyor, herkes bayilmis. Simdilik ciddi musabakalarda ne performans gosterecegi bilinemiyor, o yuzden temkinliler.
Hakan'in bir diger ozelligi de iyi bir aile babasi olmasi. Trailer'inda da gorulebilecegi uzere cok sevdigi bir esi ve 7-8 tane kizi (muhtemelen en kucugunun adi "Yeter" olmak uzere) var, zaten videoya da "I love my daughters, they're so pretttyyy!!" diye basliyor. Tam bir aile babasi yani. Ama kıspeti ustune gecirip yagi da kafadan asagi boca edince kralini tanimiyor. Yillarin sumocusu, agir abi Honda'nin karizmayi fena cizmis mesela videolardan birinde.
Goğsü boyunca uzanan zincirle mavi renkli saçımsı seyi cok anlayamadim. Kafadaki mavi zımbırtıyı once saclara yag bulasmasin diye bone takmis sandim, ki hala da saniyorum. Ama esas beni benden alan ayrinti, dikkatli bakildiginda goze carpan ip bıyığı oldu.
Muhtesem trailer'ını izlemeye doyamiyorum.
I say Turkish wrestling rules!!
Saturday, March 6, 2010
Kitap eleştirisi - Tanrı'nın Sol Eli
Kitabin giris kismi cok ilgi cekici ; Kurtaricilar adi verilen fanatik dini/askeri birligin kontrolundeki zindanda kucuklukten beri asiri sıkı bir disiplinle yetistirilen erkek cocuklar, yillar boyunca bilinmez bir cephedeki askerlik rolune hazirlaniyorlar. Kahramanimiz "Chosen One" Cale, bir sekilde bu hapishaneden kacmasini basararak 3 arkadasiyla birlikte ticaret kenti Memphis'e variyor. Buradan sonrasi bir parca karisik; hikaye bir anda yavasliyor (ve beklenmedik anlarda asiri hizlaniyor), isin icine klise bir ask hikayesi ve tamamlanamamis bir dunya olusturma cabasi karisiyor. Tum kitap bir genclik romaninin basit, sade diyaloglari ile doluyken sonlardaki savas sahnesinde birden tarihi bir romanda bulunabilecek ciddiyette, detayli tasvirler basliyor (ki savasin sonuclanisi da bir garip, 50000 kisilik son derece tecrubeli oldugu soylenen bir ordu arkadakilerin itmesi nedeniyle 5000 kisilik bir orduya yeniliyor).
Dunya kurgusunda Norvecliler, Polonya gibi ulkelerden soz ediliyor, dolayisiyla kitap o anlamda bilimkurguya kaymis denebilir. Ama bir bilim kurgu romaninin derinliginden maalesef yoksun. Zaten bir uclemenin parcasi oldugunu daha yarisinda anliyorsunuz; hikaye o kadar yavasliyor ki kalan sayfalarin hikayeyi bitirmeye yetmeyecegi ortada. Cografi tasvirler, mesafe anlatimlari oldukça yetersiz kalmis. Bazi ayrintilarin ise (Cale'in zindandan kacmadan cebine attigi nesne gibi) akibeti belirsiz; belki de serinin diger kitaplarinda aydinlanacaktir.
Kitabin bir baska ozelligi de daha cikmadan "yilin kitabi", "bu yila damgasini vuracak" gibi yaftalarla etiketlenmis olmasi. Sahsen ben bir damga goremedim 350 sayfa boyunca. Bir yandan da Kayip Gul faciasini hatirladim. İyi bir halkla iliskiler ekibiniz varsa, kitabiniz cok iyi olmasa da satiyor.
Sonuc olarak, genclik romani mi yetiskinlere de hitap ediyor mu, kendisi de karar verememis, derinlik yoksunu bir kitap karsimizdaki. Ama dili ve diyaloglari cok basit oldugu icin insan bir sekilde elinden birakamiyor. Umarim uclemenin devami daha havadar, daha bir renkli yol izler de keyfimiz yerine gelir.
Thursday, February 25, 2010
Pislik icindeler..
Ya evet de, dedim, -iyi olmus be abi, bizim cektiklerimizi cekmiyolar iste, -bosversene abi dedi eleman, -pislik icindeler sunlara baksana...Yine bi baktim etrafa, valla bana her sey normal geldi (etek giyen kiz olmamasi haric) ama herif belli ki 2-3 cumlede bir tekrarliycak bunu, hadi bakalim dedim. -Neleri pislik icinde yahu, ben goremiyorum? diye attim bombayi. Tabii adamin yuz ifadesini gorememek cok feci, ama bir o kadar da keyifli, kimbilir ne muazzam bi muhabbet olacak diye kendi kendime coktan cosmaya baslamistim bile. Eleman lafi carpti adeta, sonradan fark ettim ki hizli cevap verme sebebi, tam onumuzdeki grubu isaret ederek sozlerine yapacagi vurguyu kacirmamakmis, tam yanlarindan gecerken -baksana sunlara yaa, dedi, eh ben de baktim, 3 tane paltolu kiz sokagin biraz da ortasina dogru durmuslar. Anormal bi durum yok yani. -Nedir baba? dedim, abi zaten sormasam da soze devam edecekti sanirim, -su kizlara baksana, boyle ortalikta kakara kikiri, sigara iciyorlar filan diye bisiler geveledi, o hincla cumlenin sonunu da getiremedi ama ben malzemeyi kapmisim bir kere. -Ne oluyor sigara icince? dedim, ama ses tonum o kadar masum, o kadar "alti yasinda bir cocukmusum gibi anlat, ben aptalim" modunda ki o an. Sofor kardes herhalde aklinca o gun ettigi en beylik lafi patlatti bunun uzerine: -Kiz dedigin sokakta sigara icer mi yaa?
O an beynimde cok ama cok hizli bir hesaplama yaptim (hatta yan gozle adama donup ekstra data icin hafifce baktigimi da itiraf etmeliyim), herifi kaşıyıp sinirlendirecegim, orasi kesin de, dozaji ne olmali, levye cikarip beni dover mi, ben kendimi kaybedip "yarin sabah anan versin bana dersi" moduna girer miyim, tum bunlari attim kazana soyle bir karistirdim, elamanın naif gorunumu ve sakalsiz biyiksiz temiz suratini da goz onune alip ortalamanın hafifce ustunde bi kaşıma operasyonunda karar kildim. Zaten acilis cumleleri hemen tum opsiyonlarda ayni olacakti, dolayisiyla cok da dusunmedim agzimi acarken. -Ne olur ki icse? Erkekler iciyor ya.
Saniyorum hesap yapma sirasi sofor kardesimize gecmisti o an. Bilmiyordum tabii ne tur bir sinaptik sistemi vardir kendisinin, aksonlari bagnazlik denen pasla kaplanmissa filan nasil iletiyordur bilgileri beynine, umurumda da degildi acikcasi. Birkac cumle otesini hesapliyordum o saliseler boyunca. Bu tur kadinla erkegi birbirine denk goren tumceler duymaya dimağı alismadigi icin yanlis duydugunu sanmis da olabilir, cunku hususi olarak 2-3 cumle boyunca konuyu uzatarak benden ayni tepkiyi almayi bekledi. Ve aldi da. En sonunda beynine iyice kazinsin diye -Yani kadinlar sokakta sigara icmemeli mi, bunu mu soyluyorsun? dedim. Tepkisel oldu yaniti elbette, - E tabii abi, kadinla erkek bir mi?
-Hayır, degil, misal senin gibi amcik hosaflarindan otuz tane bir araya getirsem su liseli kizlardan bir tane etmezsiniz, olurdu cevabim eger kavga ariyor olsaydim. Ama yok kafaya koydum, hafifce terletip birakicam bu hödüğü, oyle hemen sopaya sarilma yok. İyice essek rolune burunerek, -Bir tabii, ne farklari var? diye sordum. Herif 1-2 karsilikli ayni yerde saydigimiz iddialasmanin sonunda sanirim ya olaganustu bir aydinlanma yasayarak benim onu eve kadar boyle oynatacagimi kavradi, ya da kendi kendinden ve soylediklerinden utandi (yeaaahhh!!) , zira 1-2 saniyelik kisa bir bekleyisten sonra son derece sakin bir sesle cumlenin sonuna nokta koyarak geldi cevabi -Eee, herkesin bakis acisi farkli tabii. Tartisma alevlensin, hafifce sesler yukselsin diye bekleyen ben dumurun onde gideniydim o an. Adam resmen birden baska bir kimlige burunup tartismayi sona erdirmisti yaa.
Yaklasik 25 saniye kadar konusmadik. Sonra herif siradan ve kisisel sorular sormaya basladi bana ve garip bir sekilde her sorduguna mulayimce cevaplar verip, aramizda sakalasmaya bile basladigimizi fark ettim. 1-2 Amerika, kapitalizm, bu yollar yapilacak ki gavurlar araba satsin bize kazik fiyattan yemi attim onune ama baktim ki baba yutmuyor. O an anladim ki aksonlari gercekten paslanmis, sinirleri cekilmis bir sahsiyet kendisi.
Eleman dogma buyume İstanbulluymus, ama bu sehirden o kadar sıkılmıs ki cekip gidecekmis tasraya. -Gidecek koyum yok ya diye dertlendi, haniminin (niye eşim demezler de hanimim derler, o da ilginc di mi) koyu varmis ama sarmiyormus bunu. -Kucuk cocugum var, bu sehirde buyumesini istemem, gibi beni benden alan laflar etti. Ev arkadasi almanin zorluklarindan, hele de titizsen ve pis bir ev arkadasin varsa bunun ne sıkıntılı bir is oldugundan, zamaninda super yemekler ve harika temizlikler yaptigindan filan soz etti (Tabii evlenince o sokakta sigara icemeyen kadinin sirtina kaktirdi hepsini). Ben oyle kaldim, agzim acik dinliyorum. Muhabbet daha da uzar; Freud, kozmos, Kanada'daki fok katliami, İsmail YK, Fenerbahce, Paris Hilton gibi benim cok da malumatim olmayan konulara da gelirdi aslinda ya, eve varmistik artik. Babaya cok hafif bir bahsis de vererek ugurladim kendisini.
Arabadan inip eve dogru ilerledigim o huzunlu anlar boyunca, taksici denen fenomeni kavrayabilmek icin henuz hala cok tecrubesiz oldugumu dusunuyordum.
Tuesday, February 23, 2010
Bayildigim insanlar - Billie Piper
Gectigimiz yil anne de olmus. Iyi de olmus.
Birkac yil sonra soyle Wonderwoman gibi fantastik bir tiplemeyi oynarken gorursem sasirmam.
Bayiliyoruz kendisine.
Saturday, February 20, 2010
Reigning pain
Cektigimiz acilari neden hatirlamiyoruz? Ismen hatirliyoruz belki, ya da kivranislarimiz seklen aklimizda yer ediyor; ama yan yana dizili birkac aci icinde o aciyi tekrar taniyabilir, "aha buydu" diyebilir miyiz? Acilar, acili anlar, ardindan gelen normale donus ve hatta iyilesme sureci sirasinda ne kadar kolay cikiyor aklimizdan. 19. yuzyilda yasamis unlu bir Ingiliz yazari, kadinlarin cocuk dogurma eziyetine tekrar tekrar katlanmayi (o tarihlerde nasilsa yarisi ölür diye 8-10 cocuk yapiliyordu tabii) itirazsiz bir sekilde kabul etmelerinin altinda yatan gerekce olarak insan beyninin acilara dair fotograf cekip saklamayisini gostermis. Yani beyefendi demek istiyor ki, o anlari kadinlara bir daha yasatsalar hicbiri ikinci bir hamilelik isine girismek istemez.
Bunun endokrinolojik bir nedeni mi var, yoksa evrimsel bir surec mi, merak ediyorum. Yaralarin kapanip organlarin hayatlarina devam etmeleri gibi sinir uclarimiz ve beynimiz de acilari depolamamaya mi programli acaba?
Halbuki guzellik anlayisiniza uyan bir yemegin tadini, latif bir kahvenin damaginizda biraktigi lezzeti unutabilir misiniz? Aradan kirk yil gecse, kisinin algi ve duyulari korelse de o tatlar yerlerinde kalir. "O daha guzeldi" deriz hep, ya da "bilmemne kadar lezzetli degil bu". Kasigin catalin ayrintisini, solgun gunes isiklarinin efendim neymis beyaz porselenlerin uzerinden uzayin derinliklerindeki bir yildiz gibi parildayislarini falan hic unutmayiz.
Toplumun, evrimin ve basit gundelik kurallarin tabagimiza "iyi" diye sunduklari bu olaylari, cektigimiz acilardan daha ozel kilan sey nedir, anlamiyorum. Insanoglu varolusu boyunca hayatin karanlik (karanlik falan degil aslinda; duzen, evlatlarini korkutabilmek icin karanlik diye adlandirmis onu) anlarindan urkmus, hastalik, aci ve hatta ölüm, birer parcasi degilmis gibi yon vermis hayatina. Filmlerde kahramanlar uretilmis acidan, olmekten korkmayan; sanki o sınıfa dahil edilen seyleri kabullenmek, icsellestirmek, yalnizca insanustu kahramanlarin yapabilecegi bir seymis gibi mesajlar verilmis.
Ben sahsen aci cekmekten zevk almiyorum. Ama hastayken ya da aciliyken de insanligimin doruk noktalarina cikiyor, varolus dugumume bir ilmek daha atildigini hissediyorum. Hem de boktan bir mezuniyet torenine ya da bir arkadas toplantisinda yenen "lezzetli" bir pastaya gore cok daha anlamli, cok daha kuvvetli, cozulmez bir ilmek. Merakimin nedeni budur.
Saturday, February 13, 2010
Her gece
1995 baslari. Igrenc OYS senesi. 3 senenin fizik kimya biyoloji konularini son 1 seneye sikistirmak zorunda kalan zavalli dimagim; haftada 5 gun okul, 4 gun ozel ders, 2 gun dershane, art arda yasanan iki umutsuz ask ve 18 yasimin cilgin atislari arasinda kalmis bocaliyor. Geceleri test cozerken uykusuzluktan basim boynuma dogru devrilirdi, hic unutmam. Bir bes dakika oylece bekleyip gucumu toplar, kucagimdaki kagit yiginlarina gomulurdum yeniden. Korpecik zihnim bilim, bilimkurgu, insanlik, kozmos, aşk, cinsellik gibi dünyevi ve uhrevi mevzulari mecburen teget gecip sonraki baharlara saklamak zorunda kalmisti tabii.
Iste oyle bir cuma gununun gecesiydi sanirim. Yatmadan once bir sigara tellendirip televizyona soyle bir bakayim dememle gormustum o "şey"i. Muzik vardi arkada, onde de goruntu. Ama goruntu baya film gibiydi, sarkici yolda yuruyordu kosuyordu filan. MTV sayesinde "video klip" denen seyden bihaber degildim ama yine de tuhaf tuhaf bakmistim ekrana; ki zaten o zaman mantar gibi tureyen butun kanallarda yarim saatte bir caliniyordu sarki; duzenli televizyon izlemeyen ben bile yakalamistim ciktigi gece Mirkelam'ı.
Velhasil, izliyorum klibi filan. Yanik sesli bir arkadas yari arabesk yari rock tarzinda (o zaman muzik filan da yapiyoruz ya, kabugum sert rock'ın oyle boktan muziklerle karistirilmasina karsi), eh dedim peki dinleyelim bari, lan sarki bi guzel oldu; baktim biyikli kemancinin tebessum ettigi yerlerde benim de agzimin kenarina bir gulucuk konuveriyor. Ama esas bombayi arkada "Var mi benden krali" der gibi bir havayla gitarini tingirdatan basci kizi gordugumde yemistim kafaya. O zamanlar Steve Harris'i, Tom Araya'yi filan hazmetmeye calisiyoruz tabii, bunye zaten zorlanmis yeterince; (Cliff Burton'u ismen biliyordum ama henuz yeterince olgun olmadigimin da farkindaydim onu anlamaya calismaya baslamak için, nitekim hala da kavradigimi soyleyemem ustadi tam anlamiyla) bir de ustune icinde davulda İskender Paydas ile bas gitardaki isimsiz, hos bir kizcagiz (acaba Volvox'un bascisi olan kiz miydi diye de dusunmusumdur sonradan) barindiran bu klip denen sey gelince epeyce zorlanmistim o gece. Universitede muzik yaparsam eger, kesin kiz bir basci istedigime karar vererek dalmis olmaliyim uykuya. (Smashing Pumpkins vardi herhalde o zamanlar ama ben henuz tanimiyordum kendilerini)
Ertesi gun dershanede herkes klipten soz ediyordu. Eh tabii, bugunku gibi her sacini mohikan usulu kestiren genc klip cikarmiyordu o zamanlar. Dunyaya aciliyorduk ya iste. Onemli bir olaydi. Yanimda oturan Cigdem'in "izledin mi, ne guzeldi di mi, ehe ehe" diye kikirdedigini hatirliyorum.
Sevmistim Mirkelam'i. Her sey bir yana, aniden karsima cikarak bir gecelik de olsa kac fizik neti yaparim gibi sacma sapan seyler dusunmeden yataga girmemi sagladigi icin. Sonra ne oldu, ne yapti bilmiyorum. Berdus oldu cikti herhalde. Yakisir da.
Monday, February 8, 2010
There is no try
Bu aralar Drood adli kitabimi ve Afrika denen su web-based oyunun cevirilerini bitirdim. Hastalik belimi hafifce kirmis olsa da (asiri yorgunum) kendime cok acimadan calisiyorum. Simdi elimde 1-2 metin daha var, sonrasına yeni bir seyler daha cikmis olur herhalde.
Karanlik bir sayfada beyaz noktalar iste...
Kitap Eleştirisi - Ankara'da Soğuk Gece
Halbuki muazzam bir baslangici var kitabin; guzel bir karakter tasviri, masaustu frp oyunundan tureyen buyuler, hisler, karakterlerin hissettikleri degisimler; tamam! demistim, benim hep yazmak istedigim kitap bu iste, bravo yazara! Derken kitap fantastik bir romandan bilimkurguya temas ediyor hafifçe (Rewerdrom olaylarina ilk deginildiginde -bu arada niye Reverdrom degil de Rewerdrom, anlamis degilim), yine bir cıvıltı yayıldı icime, vayy dedim hafif sci fi deginmeler de var; ama bir yandan da yazarin tasvirlerindeki gereksiz zorlamalar, vermeye calistigi tuhaf politik ve toplumsal mesajlar canimi sıkmıyor degildi. Ama bu kadar cesur baslayan bir kitabin tum kusurlarini affetmeye de hazirdim. Taa ki, kitabin ikinci kismina kadar.
Fantastik-bilimkurgu baslayan kitabimiz bir anda sıradan bir Osman Aysu (ustadin cok iyi romanlari vardir, yanlis anlasilma olmasin) polisiyesine donusuveriyor ikinci yarisinda. Birden ortaya cikan ve aralarinda hicbir baglanti kuramadigimiz tuhaf karakterler, guc pesinde kosan gizli orgutler, dunyayi yonetme ve kehanet kliseleri, gercekten de romanin ikinci yarisini "bitse de gitsek" havasina sokmus. Buna bir de olan biteni, iki kisi arasinda (Berna ile Patron) gecen ve bitmek bilmeyen sohbetler aracılıgıyla anlama zorunlulugumuz eklenince, isler cigrindan cikiyor ve hikayenin esas arka planda yatan kurgusunu neredeyse hic kavrayamadan bitiriyorsunuz kitabi. Sonlara dogru hafif bir horror'umsu bir müze sahnesi var ama o da cok silik kaliyor.
Buna bir de cok olmasa bile (hic olmamasi gereken) cumle dusuklukleri, gereksiz ve yanlis kullanilan noktalama isaretleri ve bolum baslarindaki zorlama vecizeler eklendiginde kitabin bir editor elinden gecmedigini dusunuyor insan. Ya da bazi yerlerin aceleyle gecistirildiklerini.
Yine de bu bir ilk romandir. Korkut Aldemir'i en azindan kitabin ilk yarisindan dolayi tebrik ediyorum. Bana kalirsa polisiye islerini bosverip fantazya tarafina daha yogun egilirse ileride cok basarili kitaplar yazabilir.
Thursday, February 4, 2010
Bol Mardin'li ruyalar
Dayanamayip soruyorum sofore: "Hocam bu gölün adi ne?" Bu sırada cok dik bir yokustan gol seviyesine inmeye basliyoruz ama sanki biraz suratlensek suya cakilacagiz, o kadar dik bir yol. Herif de gazlamis gidiyor, sanki tarlada gibi. "İğdir Gölü kardeş," diye geliyor ceveap. O ne yaa, oluyorum, bildigim kadariyla oyle bir gol filan yok Mardin'de. Neyse, gole paralel ilerlemeye basliyoruz; boyle su kanali gibi yerlere donusuyor gol, ince kopruler geciyor suyun ve kanallarin uzerinden ve ileride yeniden yuvarlaklasip genisliyor gol. Ama biz o tarafa gitmeyip sola, yokus yukari sapıyoruz. Bu kez ayni diklikte bir yokusu yukari cikmamiz gerek (Bu tur bir yokusta saplanip kalmak cocuklugumdan beri kabusum, gene araya sıkıştırmış kendini) veee elbette son birkac metrede gurleyip aksirip tiksirip kaliyor minibus. Korku dolu tepkiler verdigimi hatirliyorum. Neyse 2-3 denemeden sonra sofor basariyla yokusu cikiyor ama benim mide, bagirsaklar filan hepsi birbirine gecmis durumda.
Neyse ki sehir cok yakinda ve merkeze yakin bir kilisenin kiyisinda iniverip(aa kiz hala yanimdaymis), kiliseye giriyoruz. Kilise ince uzun bir dikdörtgen formatinda ve uzun bacak boyunca sonuna dek ilerliyoruz. Etraf simsiyah kiyafetli, bazilari sakalli rahiplerle dolu. Rahiplerin bel, yaka ve kafalarinda beyaz birer serit var. Birden cok tuhaf bir sey daha oluyor. Benim ustumde de ayni onlarinki gibi beyaz seritli bir cubbe peydahlaniyor, ama benimkisinin ana rengi siyah degil turuncu. Kilisenin sonuna ulastigimizda tum gozler uzerimde tabii. Sunak, mihrap turu bir sey de yok meydanda, kilise degil mi acaba burasi yahu? Neyse, oturuyoruz. Herifler mırın kırın edip sıkıştırmaya basliyorlar beni, nerenin rahibisiniz vs. gibi sorularla. Sol tarafta bir pano goruyorum, su derneklerde filan olur ya, ilan asarlar, iste ondan. Kiyafetler olmasa kiliseden cok kapali modern mahalle kahvesi diyecegim yani.
Heriflere pek yuz vermiyorum, uzerimdeki bu boktan cubbeden kurtulmak icin can atiyorum; birileri bizi arkada bir odaya goturuyor (aaaa kiz hala yanimda) ama uzerimi degismiyorum, onun yerine panoya donuyorum. Kara cubbeliler gitmis, kisa boylu tombik bir kiz var orada. Benim elimde de birtakim kagitlar var, panoya asicam ya da yapistiricam onlari ama ustlerinde ne yaziyor, ne amacla hazirlanmislar hicbir fikrim yok. Kiz yanima geliyor, nedense yabanci saniyor beni ve yabanci bir dilde konusmaya basliyoruz. Yoksa siz Turk musunuz, aksaninizdan anlar gibiyim diyor, hee gulüm ben turkum diyorum gulerek ve panodaki haritada Kutahya'yı buluyorum, ama aradigim yer aslinda Afyon ve haritanin disinda kaliyor. Ama el yordamiyla aha suradadir herhalde diye biraz guneye iniyorum ve elimdeki minik kagidi igneliyorum panoya. Kizin minik ve tombul elleri de nedense bana yardimci olma ihtiyaciyla pano uzerindeler simdi. Bu yakin ilgiden cok sıkılıp ayakkabilarimi savuruyorum ve sokaga cikiyorum (panonun oldugu kisimdaki kapidan)
Cikar cikmaz beni Arnavut kaldirimli, asagi egimli bir yokus karsiliyor. Ciplak adimlarimi, ayaklarim kaldirim taslarinin tam uzerlerine gelecek, aralardaki o can sıkıcı bosluklara girmeyecek sekilde atiyorum. Harika geliyor. Yokus asagi iniyorum kaygisizca...
Sunday, January 24, 2010
The real infection
Denildigi gibi kirilmak icin mi yoksa bizleri kaliplara sokup susturmak icin mi?
Neden benden her talep edilen konuda bir fikrim olmak zorunda? Ya o an tek istedigim sey bos bos oturup dolaptaki puding artiklarini kasiklamaktan ibaretse ne olacak?
Neden surekli -neye karsi oldugunu bilmeden- savasmak ve basladigim noktaya donmek zorundaymisim ki?
Hic de degilim.
Toplumun bana ozgurlugum karsiliginde onerdigi sey nedir? Apoletler, onaylar bakislar, milyonlarca insanin omuz omuza tasidiklari o anlamsiz yuku sirtlamaya birinin daha katilmis olmasinin dudaklarda yarattigi o ince, anlamli tebessum? Gercekten de, ne oluyor "istedikleri gibi" biri oldugumuzda? Her sabah bir hapishanede uyanmayi kabullenmenin bedeli, yilda bir kez yapilacak olan anlamsiz deniz kenari tatilleri, muhtemel bir trophy wife ve hayatimizin en buyuk amacinin bir gun Amerika'yi gormek olmasi midir?
Bana -ve herkese- onerilen, don bicilen hayat umurumda bile degil. Bir daha bir daha sorulan sorular, anlamsiz bir zaman ve yas skalasina endekslenen hareketler, 20-30 IQ'ya hitap eden medya araclariyla yapilan anlamsiz zorlamalarin hicbiri zerre kadar umurumda degil. "Acil durumda cami kiriniz" yaziyordu otobusteki o kirmizi, tozlu kutunun uzerinde. Ben cami coktan kirdim da otobusun cami kutudan cikan curuk baltayla kirilmayacak kadar saglam.
Gercek enfeksiyon toplumun ve kurallarinin ta kendisidir.
Ve kurallarin yikilmasi ihtimali en cok kimleri telaslandirir, biliyor musunuz?
Gardiyanlari.
Saturday, January 23, 2010
Meddling in food affairs
Anyway, yesterday I ordered something real simple -Mediterranean Sandwich- well, what do you expect? Lots of cheese, tomatoes, green things stuffed in a big envelope of a bread, eh? Well, let me tell you the sight of the food they brought: The first thing that caught my attention was the huge cheese layer covering half of the plate and the other half was full of needle-sized potato chips. Hmm, I wondered to myself, is this my sandwich or what? Then I realized, under that fried cheese layer there's two slices of very thin tomato and real thin wheat-bread. But the cheese is melted and spread everywhere so I had to eat with with knife and fork and the potatoes are ever-innocently looking at me, delivering the message that this "thing" cannot be anything related to any part of the Mediterranean.
My theory was confirmed one more time. Either let the waiter explain and visualize the food with details or eat something you have already eaten and liked.
Maybe if they had Sprite, I could take it easier, but settling with 7-Up, man that was the final blow for me. No more Mediterranean Sandwich (my butt) for me.
(This is actually something you expect when you hear the word Mediterranean)
Tuesday, January 12, 2010
Journey to Neverland (Part 1)
One of those days I've visited the hospital frequently, probably a week or before from now (a lot happened afterwards), I was just lying in bed and thinking where exactly this infection was located; since my knees hurt like hell during those days, my first guess was the knees. I slowly drifted off into the arms of sleep.
When I wake up, there is a deep humming at the back of my head. Oh shit, I say to myself, the infection must be in my brain and now it started to make noises, I'm completely doomed. I suddenly stand up with these horrible and fearful thoughts in my mind. Then I realize I really could stand up in a second; my knees are not hurting no more and I'm not in my bed. I am actually standing on a tannish-pink surface. The ground isn't very solid, I realize my feet leave their soft marks on it as I walk on, but a few seconds later they disappear. I realize I have white pj's on.
I am actually on a ridge overlooking the area. Right a few meters beneath me, there's a vast, plain area going on till the borders of my sight. Similar ridges catch my eye on various distances and directions. The ceiling I can see, but it is covered with different looking objects; vertical thin and black lines which look like they're protruding up the ceiling as well cover the whole ceiling. between them, in forms of light pink and orange, there are various objects moving. In fact, the whole area looks like it's moving somehow but the pace is different at different corners.
The silent humming still goes on. I lean on the ridge and try to see what's on the flat area. First thing I notice is the big dark green tubes, making spirals and wrapping anything and everything and it's like they're going on forever. There is something moving in them constantly, and some of them (the ones far from me) have a yellowish glow on them. I think I see some steam going up from those far tubes as well. Anyway, the whole area is full of entangling and swirling tubes; so I decide to follow one of the biggest ones to see where they lead and what's going on really in here. I don't really feel the need to ask myself questions like where I am or what I'm doing here. It all feels so natural. I hop down the ridge (it's only a few meters high) and walk to the widest tube I see around. When I'm a few meters close, I feel it throbbing inside. Looks like some sort of liquid is flowing through, I dare not touch the surface, but only for a moment; I think I see faces inside the tube. Red, urgent faces flowing with star speed. I feel dizzy only by looking at them. Since I don't wanna doze off one more time, I turn my face off and follow the tube.
To be continued
Sunday, January 3, 2010
Fancy in Antibiotics
Time to wake up...My head is buzzing. It's like I got fiery rivers flowing recklessly between my limbs and damaging wherever they touch.
Queer noises coming from my stomach area. I feel so weak all over. My knees cannot hold my saggy body, nor my long-lost-in-darkness soul no more. This new type of stinging pain allows me to meet joints that I never thought I had.
I try to think of stars, green fields, you know; positive stuff. But there's always that shadow on the corner of my vision. Doesn't hurt me (yet) but I know it's always been there, and now that I'm in a more fragile situation, it makes itself more visible. And I know. I just know...
I can feel the drugs's lonely journey through my veins, trying to envelope my sick cells and terminate them if necessary. In my blurred mind, I do ache. There's no consolation. Am I dreaming already? Are these people real? Or is it my bruised ego only?
Now I feel the rivers flowing mercilessly once more. Where is the next victim, I wonder to myself. I know tomorrow I'll be waking up and that part of my body will be in terrible pain. My whole body is wet with perspiration, that I can feel. Strange noises now extend up to my chest and lungs. No! Don't come near my heart. Don...
I wake up with a big pain in my chest. There's your new victim. I do realize though, that the dreams under the influence of drugs are more colorful, more visual, they're more "there". My thoughts drift to the main character of my latest book and his opium dreams in London Undercity's opium dens. I flash a mischievous smile to the invisible shadow on the corner of my vision...
(Illustration: Dan Dos Santos)
Friday, January 1, 2010
Series review - Misfits (7)
This 6 episode British Science Fiction series drew my attention lately. Luckily I found it when it was still being serialised. I liked the plot, characters (a lot) and most importantly the message at the end about how are all human beings and we got the right to screw up rather than confining ourselves to ancient concepts like virginity, proper clothing and other aspects of being a conservative society.
The plot is simple but interesting: 5 screwed up youth meet at a community center and start to wait for their probation worker; a monumental electrical storm happens and all of them (except one) gain different super powers. And the storyline starts to unfold.
My personal favorite character is Simon (Iwan Rheon -the guy on the very right in the picture), I like his voice, gestures and semi-sociopath manners a lot. Nathan (Robert Sheehan)'s acting is superb as well and the guy is so cute you just want him to be on every scene with his lovely Irish accent.
Can't wait for the 2. season.